20 Haziran 2009 Cumartesi

şah rıza..


şah rıza'nın ilk resmidir..

19 Haziran 2009 Cuma

kedi çıplaaaak.....



eveet.. pek sevgili hayriş'im bir süredir çıplak.. onca kürkün altından çıkan ise beni çoook mutlu eden benekli-tekirli çok hafif bir desen*.. hayriş'in tekir olduğunu bilmek güzel :)

bir de aydemir akbaş'a benziyor zaman zaman.. hemi de inkar edilemeyecek kadar.. felis de benzerdi traş olunca :))

*ilk gördüğüm andan itibaren balina köpekbalığını çağrıştıran desen..

16 Haziran 2009 Salı

kimseyi tanımadım ben..

benden daha güzel..


gerçekten bak.. tüm samimiyetimle..

15 Haziran 2009 Pazartesi

hiç tanımadığım bir erkeğe..

yemek ısmarlamayı teklif ettim..

onun durduğu kapının önünden geçtim.. göz teması kurdum... baktı, ama o kadar.. sonra bir de öbür tarafa doğru geçtim.. başka tarafa bakıyordu, ama gördü.. bir kez daha deneyeyim dedim.. ve aynen bu şekilde en az beş tur yaptım.. bir ara kapıya doğru yönelir gibi oldu.. geri döndü.. ufff.. Tanrıımm... neden aynı şey onun da aklından geçmiyordu ki sanki.. ayrıca biraz önce okuduğunuz gibi hiç tanımadığım bir kişi de değildi yani.. on dakika önce çok kısa bir konuşmamız olmuş, aynı şeyden şikayetçi olduğumuz için aynı anda aynı yerde bulmuştuk kendimizi.. sonra buraya (yani önünde turladığım odaya) dönerken de üç dakika konuşmuş ve mesleklerimizin ne olduğunu öğrenmiştik birbirimizden.. turizm şirketinde operasyon şefiymiş ve ben de ingilizce öğretmeni olduğum için aynı dili konuşmamızı ortak noktamız ilan etmişti.. ki, bu sevgili ortak noktayı çoook sevdim :)

neyse.. baktım ki onun harekete geçeceği yok, gittim yanına.. ama güvenlik görevlisi aksi kadın da dibindeydi.. ve söyleyeceklerimi duymasını istemediğim -hatta duyarlarsa cıngar çıkaracaklarını bildiğim- birkaç kişi daha.. ufff... bu adam son şansımdı.. öğle tatiline tam on dakika vardı.. ve onu kaçırırsam hayatım kaymayacaktı ama bugünüm tamamen boşa gidecekti.. yanına gittim, onun yaslandığı pencereye yaslandım..

demo: do you speak english?
o: yes..
d: can you do me a favor?
o: umm?
d: can we just pretend to be friends.. so that i can join you there and we can use your number together?
0: hmm.
d: and i will buy you lunch if you help me.. please..
o: ok.. we'll try.. but i guess they will understand that we aren't friends..
d: i'll do everything.. you'll just go to the desk and i'll follow and try to get my job done, too..
o: ok.. why not..
d: thanks a lot.. by the way.. what's your name?
o: özdemir.. what's your name?
d: it's here.. (nakil formundaki isim yerini gösteriyorum..)

ve özdemir'in sırası gelince gittik memurun oraya.. önce o yaptırdı nakil işlemlerini.. sonra ben de zaten deskin üstüne koyduğum kağıtlarımı uzattım.. bu sefer ordaki memur çıktı yoluma..

m: sizin de mi var..
ben: evet.. beraberiz biz..
m: iki kişi.. neden tek numara aldınız?
b: kağıt israfı olmasın diye.. dünyayı kurtarıcaz ya..
m: anlaşıldıı.. siz burda tanışmışsınız.. biraz önce..
b: yok yahu.. tamam, uzun süredir görüşmüyoduk ama biz eski arkadaşız..
m: bakın.. ben bu işi yirmiüç senedir yapıyorum.. onca yıldır insanlarla karşı karşıyayım.. bana mı söylüyosunuz şimdi bunu?
b: o kadar uzun zamandır burdaysanız bizi anlıyosunuzdur di mi? yani ne halde olduğumuzu?
m: onun için ses etmiyorum zaten ya..

dediii... ve kağıtlarımı alıp öğle arasından önceki son işlem olarak abonelik nakil işlemimi tamamladı.. şükürler olsundu.. o adamın işleri hep yolunda gitsindi.. adamların.. ikisinin de..
ama borcumu ödeyemedim.. özdemir'i ofisten çağırmışlar ben işlemleri yaptırırken.. kendisine bir milyon kez daha teşekkür ettikten sonra, tedaş'ın* kapısında ayrı yollara doğru devam ettik..

sırada atso vardı..
* iki saatte sadece yirmi kişinin işlemlerini yaptılar.. bekleyemezdim.. onun numarası 712, benimki 742'ydi.. öğle arasında sonraki ikibuçuk saatte hayatta otuz kişinin işini bitiremezlerdi... teşekkürler özdemir.. bir kez daha..

12 Haziran 2009 Cuma

akıllar fikirler verilesiceler...


iki gün önce evimizi taşıdık ya, ondan mütevellit yemeğe hasretiz.. pek sevgili alt komşumuzun getirdiği yemekten sonra ilk kez bir şeyler yiyecek olmanın verdiği heyecanla, ayaklarımızın zonk zonk feryatlarını göz ardı edip bindik üstlerine.. geçen hafta gittiğimiz bafra pidecisinin eniştesi olan samsun pidecisinde, yani esas oğlanda, aldık soluğu.. *

birkaç aylık vejetaryen olmamdan faydalanarak kendisi de kaşarlı pideye dönüş yapan annemle oturduk masanın iki yanındaki sandalyelere ve en şirin halimle garsondan pidelerde bol domates ve biber istediğimizi bildirdim.. biraz gıcık oldu.. sonra “içecekler kutu di mi” dedik, biraz daha gıcık oldu.. pidelerimizi beklerken kedi teyze iki yavrusuyla geldi masanın kenarına.. “meraba teyzecim” diye selamlaştıktan sonra beklemeye beşimiz beraber devam ettik.. beş-altı dakika sonra karar verdik ki bu yavrucuklar etli bir şeyler yemeliydi.. bir de lahmacun söyleyelim çocuklara diye çağırdık çok sempatik garsonumuzu..


“bir de lahmacun rica edicez”
“bitirebilcek misiniz?”
“ehe ehe.. tabi canııım..” (bu aşamada şaka sanıyoruz soruyu)
“emin misiniz?” (aha da bu soruyla beraber jeton düşüyo)
“?!? nası yani.. evet eminiz.. bir tane lahmacun istiyoruz..”
“yok yani biraz geç çıkar da..”
“tamam.. sorun diil.. o geç gelsin..”
“bitiremezsiniz hepsini.. fazla gelir..” (anaaa)
“lahmacun yapmak zor mu?”
“nası yani?” (hahahahaaa… bu sefer o şamşırdı..)
“ustaya yani… çok mu zahmet oluyo?”
“ee.. yani önce hamuru yapıyo.. kesiyo.. sonra eliyle biraz açıp, bi de sonra merdaneyle açıyo.. sonra--”
“ha yani usta yapmak istemiyo onca işi, öyle mi?”
“yok ya.. usta yapar..”
“neden satmak istemiyosunuz o zaman?”
“nası yani?”
“yani lahmacun sipariş etmeyelim diye çok uğraşıyosunuz da..”
“hayır efendim.. öyle bişey yok.. geliyo.. bi lahmacundu dimi”
diyerek cehennemin dibine doğru uzaklaştı..


annemi sakinleştirmeye çalıştım.. bir yandan da bugünlerde takındığım şu salakları eğitmeye çalışmalıyız ki, en azından çevrelerine zararları dokunmasın konulu tavrımı takınarak bizim pidelerle döndüğünde konuyu açıverdim yüzüne:


“biraz önce neden o kadar ısrar ettiniz lahmacun istemeyelim diye?”
“ya bakın.. öyle diil.. bitiremezsiniz diye..”
“nası yani?”
“ya.. geçenlerde iki masa geldi buraya--”
“ya boşverin iki masayı.. biz lahmacun istedik.. bitiririz, bitiremeyiz.. siz siparişi alın..”
“ya olur mu öyle.. şimdi geçenlerde buraya bi—“
“bakın şimdi.. siz öyle bi tavırla bir sürü soru sordunuz ki.. lahmacun yapmak istemiyosunuz gibi bi düşünce belirdi bizde.. yani tüm iyi niyetimizle söylüyoruz, müşteri bu şekilde algılıyo.. hani başkası da öyle algılar, haberiniz olsun diye..”
“şimdi beni bırakmıyosunuz ki derdimi anlatayım..”
“buyurun.. dinliyoruz..”
“şimdi.. geçenlerde buraya tek bi kişi geldi..(biraz önce iki masaydı.. galiba hikayeyi değiştirdi bu arada..) oturdu.. önden çorba istedi, sonra da birbuçuk kuşbaşılı pide.. ben ona da dedim, bitiremezsin dedim.. ısrarla istedi hepsini.. üstelik çorbayı az getirmeme rağmen bitiremedi sonunda..”
“ee.. noolmuş ki bitiremediyse..”
“olur mu.. bitiremeyeceği kadar sipariş verince nooluyo.. çöpe atıyoruz biz kalanı.. çöpe atmak istemiyorum ben nimeti..”
“e kedilere verin siz de..”
“yok.. kedilere hiçbişey vermiyorum ben..”
“aaa… neden ama..bakın.. bekliyolar burada yavrularıyla..”
“yok.. kedilere bişey vermiyoruz.. alışkanlık yapar diye..”


hahahahaaaaaaaaaaaaaa……… alışkanlık yaparmış.. nasıl bir yaratık nasıl bir Türkçe konuşuyorsa artık.. annem sonradan söyledi, tam orada “aa.. tabii.. alışkanlık yapabilir.. sonra beslemeden duramazsınız..” demekten son anda vazgeçmiş, laf çok uzamasın diye..


neyse.. anlaşıldı ki malum varlık köpek severmiş, kedi nankörmüş çünkü.. güzide bir ilçemizde dört yıl bir kediye bakmış.. hatta adını da kendi koymuş, ali ekber koymuş.. ama gel deyince gelen kedi, bir gün bu varlığın kolunu çizivermiş.. tam da o noktada varlığa anlatmaya çalıştım ki, değişik canlıların değişik oyun anlayışları olur.. nasıl biz birbirimizi dürtüyorsak, onlar da patileriyle aynı şeyi yapıyorlar falan diye.. kediyle köpek arasındaki anlaşmazlığın asıl nedenini kediyle insana uyarlayarak anlatmayı denedim.. ama karşımdaki varlık hiçbir mantıklı açıklamayı dinlemeden sadece “kedi nankördür” diyerek gayet caydırıcı argümanında ve tavrında kararlıydı.. bir de “hayvanların hepsi hayvandır.. ayrım yapmayalım”dan girmeye çalıştım.. hatta ırkçı olmamak gerektiğini bile söyledim.. hayriş’ten hiç bahsetmeden, köpek beslemeyi çok istediğimizi fakat şartlar uygun olmadığı için köpeksiz yaşamak zorunda olduğumuzu anlatmaya çalışıp yine de malum varlıkla iletişim kurma çabalarımı devam ettirdim.. ama yok.. böylesine inatçısına rastlamamıştım uzun süredir..


neyse.. saftirik varlık kendi eliyle bizim kedi ailesine lahmacunu getirdi.. haberi yok tabii.. ben de arada husumete yol açmamak için kendim yiyormuş süsü vererek, yarım dilimleri –hem de kenarlarını çöpe gitmek üzere ayırarak- masanın kenarındaki çimlere atıvermeye başladım.. annemin ısrarıyla biraz daha uzağa atmaya karar verip, ilk seferinde tam bir yeteneksiz olduğumu kanıtlayıp (bkz. masanın iyice dibine, hem de ters düşen lahmacun) ikinci denememde de arkadaşlarımın beni susan mayer’e** benzetmekte ne kadar haklı olduklarını muhteşem bir örnekle açıkladım.. bakınız, çimlerle masalar arasındaki bir buçuk metre yüksekliğindeki direğin tepesindeki karpuz lambanın üstünden sekerek çimlere uçan ve bu arada karpuz lambaya bir miktar kıymasını bırakıp çimlerin üzerine doğru uçan ve yere ters yapışan lahmacun -ki kendisi aynı zamanda bunları yazdıran uçan lahmacundur da..


hasıl-ı kelam çok güldük.. ama daha çok sinirlendik.. hem de çoook.. insan kısmından bir kez daha soğuyup, canım şehrimin sıcağında serin serin evceğizimize geldik.. yani şu anda pek ev gibi görünmese de, insan üstü çabalarımızla bu haftasonu ev olmasını umduğumuz yere..



p.s. yemekten sonra yolda yürürken aklıma gelen bir teoriyi de paylaşmak isterim.. insanlar kafalarını çok fazla sayıda darbeye maruz bırakırlarsa, o kafa çalışmaktan vazgeçebiliyor (artık küsüyor mu beziyor mu orasını bilmiyorum..) ne sıklıkta çarpılabilir ki bir kafa.. hmm.. düşünmek lazım.. her selamlaşmada mesela.. değil mi.. yeterince yüksek sayıda darp söz konusu.. üstelik gittiğimiz restorandaki garson da arkadaşıyla iki dakika konuştu, o iki dakikada dört kez kafasını çarptı.. insan üzülüyor yahu.. hissi maderane derdi yaşlı bir öğrencim.. “evladım, canına yazık.. bak yine çarptın kafanı.. ah yavrucuğum.. canın acıyacak..” demek istiyorum her seferinde..



*an itibariyle uyumaya niyetli görünen anneme “at bi yastık şuraya” dedim ve cevabımı aldım: “buraya uyursam kalkamam” hahahhahaaaaaaaaaaaaaaaaaaa…. buraya dedi yahu… demek ki neymiiş.. kültür bir bütünmüş vee aynı yöreye ait yemekler ve insanlarla korkunç birkaç dakika da geçirsek bu öğelerden bir başkası olan dil de hayatımıza rahatça girebiliyormuuuş..........


** evinin bahçesindeyken üstündeki banyo havlusunu eski kocasının arabasının kapısına sıkıştırıp çıplak kalan ve anahtarlarını içerde unuttuğu için evine giremeyip, camdan girmeyi denerken üstüne düştüğü güllerin dibinde yatay vaziyette, tavlamaya çalıştığı adama o halde yakalanan desperate housewife..

10 Haziran 2009 Çarşamba

vücut dili sözlüğü

bu kadar muhteşem iki hayvan kardeşimiz neden birbirleriyle anlaşamıyorlar diye düşünür dururdum hep zaten.. meğer gayet ilginç bir sebebi varmış..

şimdi hayal edin.. pluto arkadaşımız bir kedi görüyor.. nasıl da mutlu oluyor değil mi??

“aaa… arkadaş bulduuum… eyyooo eyyoooo…. dur bi kuyruğumu salliiym da, o da anlasın nasıl mutlu olduğumu..”

şimdi bir de kedi lazım.. hayriye’ciğim bu iş için çok korkak.. sevgili felis’im olsa ne yapardı diyelim en iyisi..

felis: “hmm.. köpek var burada.. çok gıcık oldum yahu ite.. şöyle kuyruğumu bi o yana bi bu yana hızlı hızlı salliim de anlasın gıcık olduğumu..”

pluto: “anaaa… bak aynı anda kuyruk sallaştık.. ayyy.. o da beni sevdi bak.. ben yine de şöyle dikkatli bi daha bakim de gözüne, bi yanlış anlama olmasın.. meraba kardeeeeşş….”

f: “bak baaak… sen de mi gıcık oldun cicim?? oooo… bi de gözünü gözüme dikmeler falan… sen kim oluyosun da kimi tehdit ediyosun leeenn????!!!!” (bu arada bir yandan da korkuyor ama yine de cesur.. bu kedi milleti kendinden büyük cüsseli şeylerden korkmaya eğilimlidir)

p: “ayyy… süper yaa… resmen gel oyna benle diyo bu kardeş.. bak.. gözünü de kaçırmadı… dur bi kovaliiym de oyun başlasın… geliyoruuuummm…”

f: “olm hala gitmedi lan… anaaa.. geliyo ya bu.. kaç kaaaaaççççç…………………….”

p: “heheheee… bak nası da kaçıyo.. ne iyi oldu valla karşılaştığımız… o da beni oyun arkadaşı seçti.. ama hiç konuşmadık.. amaan boşver.. bi yerde durucaz nasıl olsa.. o zaman havlarışırız..”

yaa.. aynen böyle gelişiyormuş olaylar.. halbuki konuşabilseler bunların hiçbiri olmayacak.. çünkü onlar insan değil.. yaşayıp giderler mutlu huzurlu..

bu yazıyı son üç gündür “erkek yok mu errkeeeekkkk…..” diye bağırıp kendini yerlere atan utanmaz kızım hayriş’ime armağan etmek istiyorum.. kızım anlıyorum ben seni.. çözdüm kedi mırıltısının her türlüsünü.. vee cevap veriyorum.. yok sana erkek merkek.. çok adiyim biliyorum ama o yavruların geleceğini garantiye almadan çiftleşmek falan yok, üzgünüm..

*sanki daha yeni duymuşum gibi oldu değil mi.. ama değil aslında.. çook eskiden bir yerde okumuştum bu bilgiyi..