28 Nisan 2008 Pazartesi

gümrük *

en sevdiğim mevsimin akşamüstlerinden birinde, yanımda abimle yürüyoruz.. nedense içinde bulunduğum duruma böyle dışarıdan bakmak, gördüklerim karşısında da –sanki o ana kadar farkında değilmişim gibi- böyle daha bir mutlu olmak gibi bir huy hasıl oldu birkaç zamandır..

tramvay geliyor, zaten çok yavaş bir alet.. yanımda da annem yok ki, ağırdan alıp da sadistçe onun çırpınışlarıyla eğleneyim..

“olm yani sırf konuşmuş olmak için konuşuyosun bazen… hani bizim ailede bir söz vardır, suya osurdum fırk etti.. seninki de işte o hesap”
“abi napiim, alamıyorum kendimi böyle şeyleri fark etmekten.. herkese de söylüyor değilim ha fikirlerimi.. sen yabancı değilsin diye, senin karşına şeffaf halimle çıkıyorum işte”

ben bu kadar savunmasızca aklımdan geçenleri söylememe rağmen karşımdakinin ısrarla “deveye diken” misali cool halimi talep etmesi de ayrı bir salaklık tabii.. sana yapılan iltifatı bir sefer de anla be adam! napiim yani, sabah uyandığımdan beri aklımda hep o melodi, melodi sahibi olmaktan nasibini alamamış zavallı cenk-erdem şarkımsısı “hiiiç… düşündün müüüü?? o büyüüük, kafam kadaaar karpuzlarıııı kim alır diyeee…” yani tabii ki karpuzların böyle bir sorunu varsa neden dilimlenmiyorlar tezgahta, balkabakları gibi.. ne güzel bulunmuş çözüm var işte.. hem de ekonomik… belki bunu gören cüssedaşları (mesela lahanalar) da örnek almanın utanılacak bir yanı olmadığını kavrayıp gerekeni yaparlar.. ben aslında gayet ciddiye alınabilir, uygulanabilitesi yüksek bir şey anlatıyorum.. anlayana..
aklımdan bir sürü saçma sapan çağrışımlar geçmeye başlıyor hemen misilleme yaparcasına.. illa ki adamın üstüne gidilecek, pes ettirmeye çalışır gibi ya da nereye kadar dayanacağını görmek istercesine.. bir beyin fırtınası ki sorma gitsin, eyyle beyyle değil; japonyada üretilen kare karpuzların daha küçük olduğu gerçeği, böylece daha az israf edildiği.. mitsubishi’nin 3 elmas anlamına geldiği.. diğer bir 3’lü olan yu-ma-tu’nun aslında bizim türklerin zekasının ürünü olduğu.. yine bizim risk-sever ve fakat şanslı müteşebbislerden birinin son parasını nasıl da çinden lazer anahtarlık ithal etmeye yatırıp bir anda karpuzlar gibi köşe köşe olduğu, onların yeşili gibi muradına erdiği.. aslında japonlardan hazzetmememe rağmen onlar hakkında neden bu kadar çok şey bilip memory’mi boşa harcadığım.. .. .. ..

zaten boş zamanlarımızın çoğu beraber geçiyor, birbirimizin hayatında olup bitenlerin en yakın takipçileriyiz.. haliyle bir zaman sonra başkalarından haberler, yeni öğrenilen-duyulan enteresan şeyler, o güne kadar şans eseri lafı geçmeyen anılar söz konusu olacak; kaçarı yok.. ama bunlar önce düşünülecek işte, süzülüp öyle konacak önümüzdeki soyut masaya.. işte yine dert sahibi oldum..

neyse.. beynimdeki eserler o süzülme safhasını geçmeye çalışırken, ve ben bunlarla gayet meşgulken, abim aynen böyle “neyse” işlevli, konu değiştiren, orta uzunluktaki o sevgili sessizlik anını bilinçsizce yaşıyor.. artık vitrinlere mi bakıyor, belli etmeden tramvayı mı seyrediyor, yoksa şaşırtıcı şekilde o da yoğun düşünce modunda mı bilinmez.. ama o an bittiğinde çok mesut, dönüp kaldığımız yerden (göz ardı edilecekleri temizledikten sonra kalınan yerden yani) devam ediyoruz..

"olm gel şurdaki dükkana girelim.. bıktım bu lastik ve bezden ibaret saçmalıklarla gezmekten.. adam gibi bi çift ayakkabı aliim.. her yer yağmur çamur.. yine geldi bu boktan mevsim.."

___________________________________________________


karma her zaman dönüp dolaşıp insana geri döner.. işte bunun oldukça net bir örneği yukarıda boylu boyunca duruyor.. yine de "very bad karma"değil de, çok daha yumuşak bir versiyonuyla çıktı bu kez karşıma.. yazarken kendi anadilimi kullanmam büyük avantaj en azından.. fakat şukela'dan bulunan sözcükler, alınmış az sayıdaki 'ah'ın dönüşü sanırım..

pek hoşuma giden ve mimbaşı'ndan doğup ters meditasyon'dan bana paslanan "ayakkabı, lazer, gümrük, fırtına, lahana, su sözcüklerinden beşini kullanarak bir hikaye yazınız" konulu ilk mim'im böyle oldu işte..
*6. kelimeyi kullanmak için yapılmış ekstra aktivitedir :)

23 Nisan 2008 Çarşamba

hayvanı hayvana kırdırmamak?




belgesel izlerken eskiden bana da olurdu.."bu herifler (kameraman, varsa yönetmen-ışıkçı-sesçi) neden zavallı ceylan yavrusunu kötü aslandan kurtarmıyorlar?" diye düşünürdüm hep.. ama sonra, bu konuda gerçekten uzun süre düşündükten sonra gördüm ki olayların akışını değiştirmek doğru bir şey değil.. hiç mi izlemedik “kelebek etkisi 1-2” hatta belki “click” gibi filmleri.. oradan hatırlayınız… her şey olması gerektiği gibi olmaktadır.. çekiniz elinizi bakiim!

hem zaten taa en başından yapılanlar hep yanlıştı: aslında hayvanlara ait olan dünyayı işgal et.. milletin yaşama alanlarını çöplüğe çevir.. bağdakileri kov.. bir de üstüne adamın yemeğini elinden alma artık bari.. ama yine de minik aslan-kaplan yavrularını seyredip “ayy… canıııım… kedi gibi valla.. “ benzeri efektlerle süslerken onlar için alışverişe çıkmış olan annelerine de demediğini bırakma.. tam insanlık bir davranış biçimi vallahi.. çifte standart….

kendi kendime sorduğum diğer soru da, neden yaralı veya ailesini kaybetmiş hayvanlara yardım etmedikleriydi.. sonraları insan-hayvan karşılaştırmasını yapınca buna cevap bulmak oldukça kolay oldu.. bir dahaki sefere kendini kurtarmak için başkasına güvenirse, bir de bu başkası insan soyundan olursa vay o hayvancağızın haline.. amerikan yardımına güvenen millet gibi oluverir allah muhafaza..

kardeşi kardeşe kırdırmak yanlıştır, teşvik edilmemelidir, hatta mümkünse önlenmelidir; bu kardeşlerin iki ayaklı olduğu varsayıldığında tabii.. ama en ideal ayak sayısına sahip olan 4 ayaklı kardeşlerimden bahsediliyorsa, işte o zaman pek sevgili insan kişileri, şöyle bir geri durun.. hatta çekilin oradan.. yine giriyorsunuz bak adamların doğal ortamına koca ciple… sonra da gelip arabanın orasına burasına tırmanmaya kalktıklarında ya da insana yakınlaşmaya çalıştıklarında sanki yaptıkları tuhafmış gibi bir tavır takınmalar falan?! çekim esnasında duygusal yakınlaşmalar olması hiç beklenmeyen bir şeymiş gibi..

doğa belgeselcilerine bir düşmanlığım olmadığı gibi, onları severim de.. sonuçta onlar sayesinde en muhteşem varlıkları uzun uzun izleyebiliyorum, sadece görmekten çok daha ötesi yani.. tabii gönül isterdi ki, oralara hiç kimse gitmesin, hayvancıklar bildikleri gibi yaşasınlar, insan görmenin onlara bir faydası mı olacak sanki.. ne yazık ki ideal olan zaten artık mümkün olmadığına göre belgeselciler geriye kalmış vahşi doğa parçasına müdahale etmeyerek ellerinden gelenin en doğrusunu yapıyorlar bence.. biz görsek de görmesek de anne aslan yavrularını o ceylan yavrusuyla eğitecekti zaten*..
*ihtiyacı olandan fazlasına asla göz dikmeyen vahşi kardeşlerim zorunda olmadıkça birbirini kırmıyor zaten, ki bu durumda "kırmak" fiilinin aslında sadece "bakkala gitmek" veya "yemek yapmak"tan bir farkı olmadığı tekrar karşımıza çıkıyor :

22 Nisan 2008 Salı

bu-log

bu blog işine bulaştığımdan beri (yani kısa bir süredir) aklım fikrim yazmakta.. sanki bir yerlerde beni bekleyen 1000'er parçalık yapbozlar var da gidip bir ikisini tamamlayıvereyim hissiyatındayım sürekli.. bir yandan iyi bir his; gerçekleştirilebildiğinde mutluluk verici bir faaliyet.. bir yandan da "bir eve gitsem de... şurada bir kağıt-kalem bulsam da..." şeklinde beni diken üstünde tutan bir çeşit rahatsızlık kaynağı, yok yok o kadar negatif değil, dürtünç kaynağı diyebilirim.. aklımdan bir türlü uzaklaştır(a)mıyorum yani kafamdan geçenleri bir yerlere dökmeyi.. aslında uzun süredir de böyleydi, en az bir 4-5 yıldır.. ondan önce de sağolsunlar okulda bol bol uçuk-kaçık şeyler yazdırdılar.. o zamanlar görev kategorisinde olduğu için sanırım, klavyeye doğru pek de koşarak gittiğim söylenemez.. ama şimdi baktığım her yerde üzerine konuşulabilecek -dolayısıyla da yazılabilecek- şeyler görüyorum.. meğer her gün kafamda onlarca fikir oluşuyormuş da ben farkında değilmişim..

peki neden sadece kafamda oluyor bu olup biten?? bol bol vaktim de var aslında.. ama gerekli şartların (ki onların ne olduğunu ben de yeni yeni keşfetmekteyim) oluşamamasından mütevellit, eyleme dökülemiyor bir türlü.. ama şımarmamak lazım.. her gün yağmur yağmaz ki; insanoğlu bulduğu büyük-yavaş bulutları da değerlendirmeli..

bir de şu var; ki sanırım asıl sorun odur (eğer ortada bir sorun varsa).. bugüne kadar hep birilerinin beğenisine sunmak için yazdım düşüncelerimi.. karşıma çıkan her şeyi de eleştirmek için okudum (iyi anlamda).. şimdi de aklımdakileri yeterince iyi bir forma sokmadan elim ne kaleme gidiyor ne klavyeye.. onca zamanın alışkanlığından kurtulmak da yine bir o kadar zaman alır gibi görünüyordu birkaç dakika öncesine kadar.. ama "bu beni durduruyorsa artık hayatımdan çıkma vakti gelmiştir" isimli kararla artık kendime işkence yapmadan (ama gerçekten öyle hissediyordum) kendi arşivime yazacağım buradakileri -blog lafı hala pek bir itici geliyor..

bu kararı düşünsel evrimimdeki yeni bir hızlanma anı olarak görerek kendimi yanaklarımdan öpüp kucaklamak suretiyle bu minik dönüm noktacığını sonlandırmak vaktidir artık..

19 Nisan 2008 Cumartesi

sadece gördüğümde bile beni mutlu eden şeyler

bir kısmını siz de görün istedim... işte bunlar:













salyangoz
aslanağzı
karga
gökkuşağı
pluto
kelebek
kiwi






18 Nisan 2008 Cuma

ortamlara girmek..

ziraat fakültelerinin bodrum katları çok korkunç oluyormuş.. geçenlerde öyle bir koridor keşfettim; böyle karanlık, kasvetli, nemli bir atmosferi olan bir yer.. her fırsatta olduğu gibi yine korku filmlerini düşünmeye başladım.. akşamüstü, binada kimse kalmamıştı ve ben tek başıma, zaten çok iyi bilmediğim bir yerin yeni keşfettiğim bir bölümünde yürüyordum.. sağ tarafta büyük, mafya buzdolaplarının kapılarına benzer kapılar, solda ise battal boy çöp torbaları (hani evde cinayet işleyince cesedi parçalayıp, şehrin çeşitli yerlerindeki çöplere atmak için koydukları türden).. biraz ilerleyince karşıma öyle bir şey çıktı ki, bütün havayı bozdu; iki kapıda bir rastladığım elektrik kutularından birinin üstünde büyük harflerle "elektrik kaçağı vardır" yazısı! çok komik, çok ihmalkarca.. çünkü o yazı hala orada duruyor, en az 3 haftadır..

neyse.. ben orayı sevdim.. artık her fırsatta dalıyorum aşağı.. sanırım bir gün heyecan verici bir aksiyon olması için ortama fırsat veriyorum kendimce.. seri katilli korku filmlerindeki, yaptıklarının sakat bir hareket olduğunun farkında olan, ama yine de ürkek ürkek etrafta gezinen kurbanları izlerken düşünürdüm hep "herkes binayı terk ettikten sonra bu insanlar neden tek başlarına ortalıkta dolaşırlar acaba" diye.. işte sebep! gerçekten de büyük konuşmamak lazımmış demek.. şimdi aynı şeyi ben yapar oldum (benzetmek gibi olmasın da, çünkü gözlük faktörü* de var)

şimdi sıradaki görev o buzdolaplarının içini görmek.. bakalım içerde gerçekten de laboratuar kılıkları içinde, maskeli, koca plastik eldivenli tipler mi yaşıyor...



*korku filmlerinde önce gözlüklüler ölür..

17 Nisan 2008 Perşembe

PMS

P? M?! S!!
her şey yolunda gidiyordur.. iş-ev-sevgili.. bahar bile gelmiş olabilir… sabah yürürken bir kuş görürsün, gagasında minicik bir çalı parçası, günün güzel geçer… tek tek kelebekler uçuşur, hem de şehrin göbeğinde… birden bire birer tane daha çıkıverir meydana, dans ederek gözden kaybolurken görene mutluluk kaynağı oluverirler… sonra yine böyle süper bir günün akşamında bir şeyler yapmak için dışarı çıkarsın… her şey yolundadır yine.. ve birden modun düşer… bir bira daha? hayır… işe yaramadı… bir tane daha? yok yok… antidepresanlık bir durum değil demek ki…

burada yapmak istediğim salak kız muhabbeti değil tabii ki… ama bu PMS ne tür bir lanettir ki, insan sebebini bildiği halde yine de kurtulamaz etrafına saldırmaktan, dostça uzanan her eli ısırmaktan!! etrafındaki zavallılara (kısa bir süreliğine öyledirler çünkü) türlü çeşit aksilik, işkence, hatta kötülük yapmak!…

burada hedefe kendi kendimi koyduğum bir cadı avı başlatmak istemem ama, adamların miniminnacık da olsa sebebi varmış yahu… biraz dallanıp budaklandırırsam taa Salem’deki cadı avlarının bile çıkış noktasının sebeplerinden biri olarak (küçücük olanlardan bile olsa) rahatlıkla olmasa da gösterebilirim PMS’i.. netekim ava çıkmaya gerek yoktur, asıl suçlu ordadır… her bir meleği birer şeytana değil de çaresiz, depresif yaratıklara dönüştürmek üzere bekliyordur... eh tabi köşeye sıkıştırılınca, ya da manasız-sebepsiz manyaklık sonucu kendini köşeye sıkışmış hissetmek istediği anda naapacak bu melekler?? ilk karşısına çıkan zavallıdan çıkaracak tabii hırsını…

neyse ki kısa bir süre sonra yok oluverir bu şeytani ruh hali… hatta belki saatlerle bile ifade edilemeyecek kadar kısa süre sonra… eminim bunun konu edildiği bir hikaye ya da film olmalı bir yerlerde.. 'mantıksızlaşmış kadınların kısa süren delilik hali'… nerden esinlenmiş olabilirler acaba???

13 Nisan 2008 Pazar

kendi kendini dürtmek..




otobüste oturup okula giderken, yanımızda duran arabaların camlarıyla asfalt arasında bir yerlere bilinçsizce bakıyordum, ne gördüğümü bilmiyorum.. ama şunu biliyorum ki bir an sonra gülmeye başladım; önce hafif bir gülümsemeydi, daha sonra etrafımdakilerin bana baktığını gördüm, ama inadına yapar gibi aklımdan o anda geçenleri daha da görselleştirdim-netleştirdim kafamda.. o karikatüre* geri dönmüştüm.. ilk okuduğum anda ne kadar eğlendiğimi hatırladım (bilerek ve isteyerek hem de) ve yüzümdeki o kocaman sırıtış hafif bir kahkaha nöbetine dönüştü.. bunu neden yaptım ki?? bir çeşit mazoşistlik belki de.. kendini zor duruma düşürme, yani aslında ne kadar zor olabilir ki sonuçta, sadece otobüsün içindeki diğer insanlara nispeten zor duruma düşürmekten bahsediyorum.. aynı anda bir yandan da şu aklımdan geçiyordu, şimdi bunlar okula veya eve varınca otobüsteki tuhaf tipten bahsedecekler.. bu aşamadan sonra da onların anını bozmak istememişimdir belki..

peki aynı şey başka ne zaman oldu?? takip eden birkaç yıl içinde, yine kendi kendime düzenlediğim sürpriz bir sabotaj girişimiyle oldu… aslında olayların o şekilde gelişeceğini tahmin edemedim.. ben sadece evdeki kasetleri ayıklarken karşıma çıkan devekuşu kabare kasetlerini tekrar dinlemeye karar vermiştim.. ama evde sadece müzik kasetleri dinlerdim nadiren.. o halde ne yaptım; tabii ki sabah okula giderken walkmanime takıverdim “yasaklar”ı.. aman allahım!! “minik kelebek”** bu kadar da komik miydi yahu?!?! bu sefer oturmuyordum üstelik.. onca kalabalığın arasında bir yandan gülüyor bir yandan da ayakta durmaya çalışıyordum.. çok geçmeden buna bir çözüm buldum.. çok da sık başıma gelmeyen bir şeye “çözüm” bulmak gerektiğini bildiğinize göre ikinci seferin şiddetini sizin hayal gücünüze-insafınıza bırakıyorum.. çözüm: yanında her zaman leman (artık penguen tabii) bulundur! o an gelirken hemen aç bir sayfa, paravan bahane olsun, geç kaldıysan arka kapak da olur..

ben hala neden böyle yaptığımı merak edip dururum.. yani o karikatür aklıma geldi, ne halt etmeye ayrıntıları hatırlamaya, gözünün önüne getirmeye kalkarsın ki.. niçin ama niçin adamların şapkalarındaki kıvrımları, uçlarındaki ponponları, çanları zoomlayıp komikliğin içinde kaybolmaya uğraşırsın.. diyorum ya, bir çeşit mazoşistlik.. hatta belki de sadistliktir.. beki insan karşı tarafta bir kurban olmayınca kendini zor duruma düşürmekten zevk alıyordur..

3. örnek ise daha kalıcı bir şeydi.. ve hala da zaman zaman çıkar karşıma.. dersin ortasında öğrencilerden birine belki de hepsine çok sert olmayan bir tehdit savurmak gerektiğinde “bir dahaki sefere koşarak dışarı çıkacağım” derken o “koşarak dışarı çıkma” anını hayal ediyorum hep.. sinirli, yavaş, hızlı veya herhangi bir tavır takınmış olarak koşmuyorum dışarı.. “dumb and dumber”daki jim carrey’in çin lokantasındaki aşçıyla dövüş sahnesindeki kollarını tamamen havaya kaldırıp iki yana ahenkli bir şekilde sallama figürüyle ve dahası “aman allahııııım” diye bas bas bağırarak koşuyorum.. ne kadar mantıksız.. kıçı kırık bir ingilizce dersinde kim ne yapıp da buna sebep olabilir ki???? tam da o yüzden böylesine komik bir görüntü işte.. ve bahsi geçen tehdidimsi havayı bir anda yerle bir edip, kapıya doğru bakarak kendimi hayal etmeme ve aynı anda salak salak sırıtmama neden oluyor.. hala her seferinde bunu yaşamak bir yandan da çook hoşuma gidiyor.. işte burada yine o soru.. neden hoşuma gidiyor bu??? bir süre düşündükten sonra aynı hissi veren tek bir şey daha bulabildim.. şu şekilde tezahür eder: divanda oturuyorsundur, ama bir ayağını altına toplamışsındır.. çok rahattır ve bir yandan elindeki işi yapmaktasındır (taze fasulye veya bezelye ayıklamak –nedense).. işin bittiğinde 15-20 dakikanın nasıl geçtiğini fark etmemişsindir ve ayağa kalkmak istediğinde bacağının uyuşmuş olduğunu anlarsın.. hemen ardından ayak bileğine ve ayağına doğru ilerlerler karıncalanma hissi, ama güldürür de.. bir çeşit minik iğnelerin batması-gıdıklanma karışımıdır.. işte o anda kır kıçını otur! geçer en fazla 3-4 dakika içinde.. ama nerdeee… hemen bunun da tadını çıkarıp türlü çeşit dans ederek kapıya doğru yönelip, sanki ‘dünyayı kurtaracakmışsın o bir torba fasulyeyle’ edasıyla bir yandan şikayet ederek, bir yandan da absürd bir şekilde gülerek bu saçmalığın tadını çıkarırsın!

aslında belki de hepsinin temelindeki ‘tadını çıkarma’ kararıdır.. en azından, düşündüğümde benimkinin sebebi büyük olasılıkla o sanırım.. evet yahu, otobüste millete eğlence olmak, sınıfta tam cool yapacakken öğrencilere eğlence olmak, dahası evde tek başına kendi kendine bakıp da gülünecek duruma düşmek ve bunu sevmek.. birçok insanın karizmayı toparlamaya çalışmasına sebep olabilecek o anı doyasıya yaşamaya ve ne pahasına olursa olsun bunu bozmamaya karar vermek olabilir herhalde..




*solmaz-baruter'in lombak sayfasında atatürk'ün pencereden bakıp, türlü çeşit acaip-garaip-komik şapkalarla gezen adamları görmesi ve bunun üzerine "şapka devrimi yapmak artık şart oldu" kararını vermesini resmeden eserdir..



**filmdeki sahneyi hayal edince daha komik oluyor, kabaredekini ise izleyince... işte minik kelebek:

11 Nisan 2008 Cuma

insanlar konuşa konuşa?. .

Spanglish’i sonunda izleyebildim geçenlerde.. filme dair en kabaca tespitim adamın karısıyla aynı dili konuşmasına ve karısının da durmadan konuşmasına (!) rağmen aralarındaki iletişimsizlik, diğer taraftan da flor’la* konuşacak ortak dilleri olmamasına ve flor’un kendi dilini bile neredeyse hiç konuşmamasına rağmen(ki aslında işini yaparak, çeneyi yağlayıp mümkün olduğunca çok İspanyolca konuşması bekleniyordu) ne kadar ahenkli bir şekilde iletişim kurabilmeleridir bence.. buraya kadar yazdıklarımı ortalama bir edebiyat öğrencisi bile söyleyebilmeli zaten, sinema öğrencisi şöyle dursun…

aslında filmdeki fikre tamamen zıt görüşteyim.. konuşmadan da iletişim kurulabilir; hayatta kalınır.. burada aklımdan geçen ‘iletişim’den daha öte, daha hayati bir şey.. insan konuşabildiği kadar kendini anlatabilir.. konuşmanın içeriği-kalitesi çok önemli şüphesiz, ama konuşmazsa nerden bilebiliriz ki karşıdaki insanın bu kriterler açısından hangi seviyede olduğunu.. karşılaştığım birçok örneğini ‘yola getirmeye’ çalıştığım “ağır ol batman gelesin” ve “ağır ol molla desinler”** modelinin de zaten konuşursa pek ilgi uyandırmayacak karakterler olduğu ve fakat en azından bunun farkında olan ve şansını artırmak için bilinçli veya içgüdüsel olarak bu taktiği uygulayan ‘loser’lar olduğu önyargısını mutlulukla barındırmaktayım..

konuşmadan anlaşabilmek sadece karşındaki hakkında varsayımlarda bulunmaktan öteye geçemez, tabii filmdeki gibi sabah akşam birlikte olunamıyorsa.. ya da iki taraftan biri 4 ayaklı değilse.. 2. durum söz konusuysa zaten tamamen ayrı, insan-üstü bir ilişkiden bahsetmek taraftarıyım.




*linki bulana kadar penélope cruz sandığım kişidir! zaman zaman oyuncuların adını bilenlere imrensem de, böylesi daha eğlenceli galiba…

**ağır yapacak ya, aradaki “da”ya bile ihtiyacı yok.. "anlayan anlar zaten kardeşim! onu da biz mi söyleyeceğiz!!"

6 Nisan 2008 Pazar

şakır şakır yağmur yağsa.. yüzüm gözüm çamur olsa.. vrraakkk!!


antalya’nın yağmurları, gök gürültüleri, şimşekleri bende hep “bi korku filmi olsa da izlesek” duygusu uyandırmıştır.. insana huzur veren bahar yağmurlarına burada çok rastlanmaz, rastlansa bile onlar da her an korku filmi atmosferine dönüşebilir; tedbirli olmak lazım (asansöre binmemek, laptopun pilini takmak ya da yazılan belgeyi her cümleden sonra kaydetmek gibi)

hadi kedi korkuyor bu gürültülerden, insan neden korkar ki oturduğu evde.. ben kendimi bahsi geçen korkunç atmosferin tadını en çok çıkaran insanlardan biri saymama rağmen biraz önce en az 1 kez zıpladım, 1 kez de yüreğim ağzıma geldi.. tabii ki o anların da keyfine vardım doyasıya, korku filmim olmamasına, evde tek başıma olmamama ve gayet aydınlık bir ışıklandırmanın tam ortasında bulunmama rağmen..

hayatımda sadece bir kez hava muhalefeti-korku filmi fantazimi gerçekleştirebildim.. o da simsiyah bir odada (evet perdeler de siyahtı, üstünde büzüştüğüm yatağın örtüsü gibi) “the ring”i seyrettiğim zamandı.. filmi izleyip, işlevini yerine getirmesine izin veren (yani benim gibi doya doya korkudan aynalara bakamaz, her köşeyi dönmeden önce nefesini tutar, sessizliğin oluştuğunu hissettiği anda hemen onu yok etme çabasına girer hale gelmekten zevk alan) her bir kişiye bunu yapmasını tavsiye ediyorum.. şimdiki hedefim ise, sıradan bi akşamda bile DVD playera koymayı başaramadığım “the exorcism of emily rose” ile ikinci uygulamayı yapabilmek!

korku filmlerinden korkmayı seviyorum, evet.. ama bugüne kadar “amaaan, gök gürültüsü de gayet doğal bi olay, neden tedirgin olayım ki” diyenlerdendim… aslında bugün de öyleydim.. ta ki dönüp ne yazdım acaba diye yukarıyı okuyana kadar..
kendimi yine bir self-discovery’nin ortasında buluverdim işte… buyurun bakalım!

5 Nisan 2008 Cumartesi

kâmil sönmez!

hiç aklıma gelmezdi buraya (aslında herhangi bir yere) yazacağım ilk yazıya Kamil Sönmez’in vesile olacağı.. bugün tekrarını izlediğim komedi dükkanı’na konuktu kamil sönmez.. yıllardır adını hiç anmadım (bir düşmanlığım olduğundan değil tabii… ihtiyaç duymadım demek..)

asıl olay şu tabii; onu görür görmez hiç düşünmeden, bir an bile duraksamadan hemen “kamil sönmez” deyiverdim.. üstelik “kamil”i ayrı, “sönmez”i ayrı kavramlar olarak algıladım daha ağzımdan çıkarlarken.. ve dahası, bunun içgüdüsel olduğunu düşündüm hemen takip eden anda.. ve bir de olay anında (!) beynimin içinde hatırlama işlerini yapan (ve genellikle tembellikten ölmek üzere olan ) bir türlü bir forma sokamadığım görünmez varlığın sol tarafta duran çelik dosya çekmecelerine doğru ilerleyişini gördüm (stranger than fiction’daki harold crick’in, peşindeki sesten kurtulmaya çalışırken girdiği bembeyaz odadaki dosya çekmecesini açmasına benziyordu) hayal değildi… onun işini yapışını izledim… ve ona şu anda duyduğum saygının o anda oluşmasını hissettim an be an!!

onun orada olduğunu bugün fark ettim bunca yıllık hayatımda ilk kez*… başka nerelerde karşıma çıktığını hatırlamaya çalıştım.. gerçekten de ilk kez olamazdı çünkü.. ama faydasız.. daha önce karşılaştıysak da aynı şeyi yapmamıştı..

sonuç şudur ki; kamil sönmez benim hayatımdaki misyonunu yerine getirdi..





*demek ki benim asıl kahramanım kamil sönmez değil, “o”….