30 Ocak 2009 Cuma

haspam

eskiden bir grup türemişti, GMG gökhan metin gökhan'dı galiba.. bunların üçü de nefesli bir şeyler çalıyorlardı.. ve hem üç kişi olmaları, hem de geri vokalleri kullanış tarzları bakımından MFÖ'yü akla getiriyorlardı.. ama taklit falan demeye çalışmıyorum kesinlikle, aman diyeyim.. hatta bu arkadaşlarımızı fuat güner destekliyor, katıldıkları programlara telefonla falan katılıyordu.. sonra bir gün mazhar aradı bir programı.. gayet negatif bir şekilde "kimse MFÖ'nün yerine geçemez, yeni MFÖ gibi saçma yakıştırmalar yapmayın.." anafikirli birkaç cümle sarfetti.. işte GMG'yi son görüşüm oydu..

dört-beş ayda bir aklıma gelir durur hep haspam.. çok güzel şarkıydı.. bu hafta önce annemden sonra da iş arkadaşlarımdan duyduğum müzik dinleme sitesinde buldum sonunda onları.. an itibariyle şarkıyı tekrar dinlerkenki hislerim şöyle: yahu bu şarkı bu kadar yavaş mıydı?? tamam "aşkını kurtlara sakla be haspamm.. sen bana ceza mısın.." kısmı hala çok güzel geliyor kulağa, ama neydi bu şarkıyı sevdireenn??? bulduumm... kadına çok güzel verip veriştiriyor.. bas git aklını benle mi bozdun.. nırınırınımnım nırınırınımnım..
kurtulmaya çalıştıkları kıza şarkı yazanlara sıkça rastlamıyorum.. demek ki bulunca da yıllarca unutmuyormuşum.. sarışınlar boktur gibi agresif bir soundu yok üstelik haspam'ın.. gayet laylaylom bir müzikle "gitsene ya.. aaa..." diyorlar hatuna... bak şimdi buraya yazıp gözüm görünce daha bir sevdim bu fikri..

çıkarılacak ders: anne sözü dinlemek iyidir... bak yıllardır sürünüyordum bir şarkının peşinde.. sevoorum bu kadını ben..


p.s. malum açıklamadan sonra youtube konusuda söylenecek bir şey kalmadı sanırım..

23 Ocak 2009 Cuma

üç silahşörler

biraz önce komedi dükkanı'nda zihni göktay'ı görüp de üçleyince "tamam artık, yazayım o halde" dedim.. daha iki-üç gün önce karşıma çok alakasız bir yerde üstün asutay çıkmıştı yine.. baktım ve o çok zor ismi bir anda söyleyiverdim.. şimdiki veletler için -ki velet derken 20 yaş civarını kastediyorum- bu isim bir aradayken de, ad ve soyad şeklinde ayrılınca da bir anlam ifade etmiyor/edemiyor.. onlar için şaka gibi bir şey.. bu şakayı komik bulan mini mini insanların hedecan/hödöcan ve ilayda olmaları da 'ironi'nin tanımı olsa gerek.. (evet kesinlikle yaşlanıyorum, farkındayım.. ama mutluyum, naaber..)

üstün asutay gözümün önüne hüsnü kuruntu'lu sahnelerle geliyor hep.. bir de hüsnü kuruntu'nun hemşire'si vardı.. o zamanlar da(80'lerin ilk yarısı sanırım) çok durağan bulurdum o diziyi.. şimdi de öyle.. bir de uğurlugiller geliverdi bak şimdi aklıma.. bu dizilerin ortak yanlarından biri de hep orta yaşlı oyunculardan kurulu kadrolarıymış meğer.. şimdi orta'yı geçtiler, hepsi yaşlı oldular..

her neyse.. üçledim demiştim ya; iki numara da devekuşu kabare'ydi.. bugün, bende puzzle etkisi yapan yeni oyunumu* oynarken düşüncelere dalıvermişim.. devekuşu kabarenin yaratıcı ekibinde kandemir konduk'un olduğunu ve aynı adamın mahallenin muhtarları işkencesinden de sorumlu olduğunu keşfettiğimde gerçek bir şok yaşamıştım** yani nasıl olabilmiş ki???? yoksa her şeyi oyunculara mı borçluymuşuz??? eskiden hınzır espriler yapabilen/yaratabilen o adamın kafasına rahibe mi düşmüş?? ve benzeri sorularla bugün de minik bir kafa karışıklığı yaşadım işte..

sonra oyunuma devam ettim.. açılması gereken dört haritadan ikisini açtım.. sonra, zihni göktay miyagi usta kılığında karşıma çıkınca bunlar oluverdi.. şimdi düşünüyorum da, kamil sönmez de aynı şeyi yapmıştı sanki.. yoksa komedi dükkanıyla mı ilgili her şey?? bak yine bildiklerim karışmaya başladı.. amaan neyse..


p.s. 5 ocak'ta gelmiş bunlar aklıma.. bugüne kısmetmiş..

*jewel quest mysteries curse of the emerald tear
**bugün araştırdım baktım ki insanlığın lüzumu yok, yasaklar, beyoğlu beyoğlu (kısmen) ve geceler'i yazmış.. hepsini değil..

22 Ocak 2009 Perşembe

tatil sonrası modu..

iki yıl öncesi de bunu yapardık.. grupça* tatile çıkardık ve tatilin son gününde başlayıp en az bir hafta süren, yolculuğun da göz açıp kapayana kadar bitmesini sağlayan aftermathin tadını çıkarırdık.. en az tatil kadar eğlenceliydi.. şimdi ise birçok şey değişmiş gerçekten de.. grup dağıldı zaten, tatil yine zevkli, ama sonrası pek de öyle değil artık.. büyük şehir insanı modu bu olsa gerek.. herkes işine geri dönüyor, yorgunluk artık kendini gösterebiliyor çünkü ona yüz vermemeyi sağlayacak "amaan.. derse girip çıkalım işte.. zaten biz iş-güç insanı değiliz" tavrı artık yok/olamıyor.. ama ben mutluyum.. huzurluyum..

tatilimin ilk bölümünün anahtar kelimesiydi huzur.. inanılmazdı, sürprizdi resmen.. bir arada olup huzur bulabildiğim ve daha da önemlisi o anda bunun farkında olabilen bir kişi daha tanıdım.. keşke hiç bitmek zorunda kalmasaydı.. ama bu bile bonus-ötesi bir şeydi.. teşekkürler Allahım..

sonra dünyevi zevkler kısmı başladı.. ye, ye, ye, ye, ye.... böyle gitti işte.. çıllgınlar gibi yemek yedik.. bir de tadacak değişik içecekler olsa tam olurdu herhalde, ama bunu şimdi söylüyorum.. geçen hafta hiç ihtiyaç duymadım.. sadece yemek yiyerek ve alışveriş çılgınlığına kapılmadan geçen koskoca bir hafta.. oo yeee!.. bir kez daha karar verilmiştir ki, bu yaz ne yapıp edip italyaya gidilmelidir.. peynirin, şarabın, tatlıların ve diğer lezzetlerin nereye varabileceği araştırılmalıdır..

bu tatil için planlanan diğer bir şeyi ise gerçekleştirmedim.. ayça'yla röportaj yapacaktım ya, işte onu.. zaten ilk beş gün telefonlarımıza bile denk gelemedik.. bir röportajdan diğerine koşturmaktan başını kaşımaya vakit bulamayan ayça'ya bunu yapmadım.. koşuşturan bir kişiye bile kıyamazken, bir dişiye hiç kıyamazdım doğrusu.. kuzu kılığına bürünmüş kurt gibi hissederdim kendimi.. gayet nostaljik kahvaltı -ki gerçekten de özlemişim öylesini- sırasında edilen sohbetle bana özel kaldı ayça şen röportajım**

son olarak da.. bu yaz birdenbire aklıma düşen ney sevdasını hayata geçirmeye başlamıştım doğumgünümden kısa bir süre sonra.. veee... geçen hafta da istanbuldan ikinci neyimi aldım.. ve çok sevdik birbirimizi.. doğduğumdan beri ailedeki/çevremdeki tek yeteneksiz diye parmakla gösterilen kendimden hiç ummadığım kadar hızlı ilerliyorum.. ve tabii ki çok mutluyum yine..

p.s. istanbuldaki sokak köpeği nüfusunun büyüklüğüne şaşırdım.. dükkanların onları besleyip sevmeleri de "ne oluyor acaba bu kardeşlerin hali.." endişemi az da olsa giderdi.. birçok temasta bulundum kendileriyle.. antalyadayken de çantamda çiğneme kemiği taşımaya karar verdim.. herkese tavsiye ederim.. çok mutlu oluyorlar, siz daha da mutlu oluyorsunuz :) konuyla ilgili olarak pencere önü kedimizin fotoğrafını koydum bu sefer..


* orange 13 grubumuz..
** bkz. etik

13 Ocak 2009 Salı

tatil modu.. part I

yıllaaar önceydi.. o kadar eski ki, daha blue life sadece bir yıldır vardı.. derdim ise sürüye katılamamaktı.. diğerlerinin bardakları benimkinden en az 3 kat daha büyüktü.. hem de kocaman kulplu.. üstelik uzuun uzun içiyorlardı.. ben ise onlarla başlayıp daha ilk turda onları geçip birbuçuk saat içinde dünyayı kendi etrafımda döndürmeye başlıyordum.. hem de öğrenci halimle bir ton para vererek..

bir gün pek eğlenceli bir kişi -ki dünyadaki ilk insan arkadaşımdır- bana yardım elini uzattı.. ve canım şehrimin en güzel köşesinde, ben halen derdimden muzdaripken yardım elindeki bira bardağını bana verdi, "democan, bir daha dene.. ama bu kez büyük bir yudum al.." oldukça umutsuzca (ama bunu belli etmeden) aldım koca yudumu "dur!! sakın yutma.."yı duyduğumda tamam dedim.. bu sefer farklı olacak.. "bırak bira dilinin üzerinde gezinsin.. soğuğun tadını çıkar.. aromasını hisset.." işte buydu.. ooo yeeee... çok güzeldi yahu... bira hem de!! yıllardır hayalini kurduğum şey oluyordu... ben de artık sipariş verirken "ben de.." diyebilecektim.. her seferinde "ooo... demo hızlısın" ı duyup açıklama yapmak için çabalamayacaktım... insanları sevmeme sebep olan pek sevgili kardeşim daha ilk günlerimizde bana birayı da sevdirmişti.. kendi dünyamdaki pek büyük derdime deva olmuştu...

bu olaydan dokuz yıl sonra yine çok paralel bir şey daha yaşıyorum bugünlerde.. bir demo insanı yirmi yaşındayken bira içemediğine üzülüyorsa, otuzuna merdiven dayadığında ne içemediğine üzülür ki.. toplum baskısı gibi Allahım ya.. kendi kendime tabii.. eskiden elimde cin veya votka bardağıyla etrafımdakilerden daha sert bir imaj çiziyordum.. "oo.. hatun aşmış.." diyorlardı velet yargılarıyla.. şimdiyse kendime dışardan bakıp masadaki ufaklık gibi görüyor(d)um kendimi... birileriyle bir yerlerde vakit geçirmek için bahane edecek bir kahvem yok(tu).. artık var ama!!!

çok değil daha üç gün önce "üç-dört fincan içmişimdir yahu.." olan skorumu artık en az ikiye katladım.. üstelik neredeyse tam bir deja-vu ile.. sadece birkaç minik farklılıkla; canım istanbulumda canım kardeşim sayesinde tanıdığım bir başka sevgili insan kişisiyle.. bu kez işin içinde sözlü telkinler yoktu, ama kahvenin hazırlanışındaki analitik sorular ve ona göre ayarlanan süt-şeker-kahve dengesi ve içine koyduğumuz sevginin pek etkin bir rolü olduğunu biliyorum.. çok mutluyum çook!! geri dur kola bardağı!! kahve fincanım geliyor! kışın soğuğunda kıçım donmuş zaten, ellerim ısınsın bari!

1 Ocak 2009 Perşembe

ferhan ve ben


ferhan şensoy serüvenim çoook uzun süre önce başladı.. hakkında hatırladığım en eski şey, "bir bilen" filmidir.. o zamanlar nedenini bilmediğim bir hayranlık duymuştum, kimseye söz etme ihtiyacı duymadığımdan da hayranlığımın sebebini tanımlamaya uğraşmamıştım.. şimdi anlıyorum ki film oldukça absürdmüş.. ve insan yedisinde neyse yetmişine de bunun en azından bir kısmını taşıyormuş..

sonra uzun bir süre hayatımda yoktu.. nasıl geri döndüğünü hatırlamıyorum, ama şunu biliyorum ki, o yaz kemer'de yaşadığımızdan olsa gerek, gece oraya dönmek zorunda hissediyorduk ve annemle son otobüsü kaçırmak pahasına "ingilizce bilmeden hepinizi I love you" ve "afitap'ın kosacı istanbul"u alıp "ferhangi şeyler"den sonra imzalattık.. ikincisini halen okumadım; şiir sevmiyorum.. fekat ilki sayesinde ferhan'ın kitaplarını da okumaya başladım..

zekasına hayran olduğum adamlara aşkımsı duygular beslemek eğilimim de o günlere dayanıyormuş meğer; adama bayılmaya başladım.. bir yandan da okuduğum kitapları bir koleksiyoncu titizliğiyle, okuma sırama göre her oyunda bir tanesini olmak üzere imzalatıyordum.. böylece hem tekrar görüşebiliyorduk, hem de kitaplarım eşsiz olabiliyordu.. bu arada ferhan 'baba'mın arkadaşı çıktı ve çocukluğumda onca şarkıcıyla, aranjörle tanışırken hissetmem gereken heyecanı "üç kurşunluk opera" sonrasında ferhan'la tanışırken ilk kez hissettim.. bir sonraki gelişinde sıradaki kitaba ek olarak kotumu da imzalamasını istedim; çok '80ler değil mi, ama o ne düşündüğünü çok belli etmeden yaptı.. daha sonraki gelişindeyse "demo'ya antalya'da bir dahaki sefere çarşaf imzalamak üzere!.." yazdığı ve yıllarca kıyamayıp en çok dört-beş kez giydiğim beyaz bir t-shirtle çıktım karşısına.. tabii ki t-shirt üzerimde değildi! ama artık beni hatırlıyordu, doğal olarak..

şimdiyse düşünüyorum da, aslında 'baba'mın bana yaptığı en büyük iyilik o değilmiş.. çünkü ferhan şensoy'a olan ilgimi kaybettim birkaç yıl önce.. fekat son günlerde üst üste üçüncü kez laf dönüp dolaşıp ona gelince ona dönmeye karar verdim bu akşam.. bu hafta içinde gidip bir ferhan şensoy romanı alacağım.. adam çook iyi yazıyor.. aramızın açılması da zaten tamamen andropoza tepkim nedeniyle olmuştu, sanatıyla uzaktan yakından ilgisi yoktu/olamazdı.. e kolay değil, kendimi bildim bileli andropozda olan bir babam vardı.. bir de ferhan'ı çekemezdim tam hayatımı bundan temizlemişken.. bir arkadaşımın ferhan'ı sırf bu yüzden eskisi kadar sevmediğimi öğrendiğinde tepkisi çok mantıklıydı ve uyanmamı başlatan şeydi: "kadınlar..!"

bakalım bu kez neler olacak..