30 Mayıs 2008 Cuma

neler oluyor evde..

bizim evde yıllardır var bir tane... bir şeylerin yerini değiştiriyor.. bir şeyler kayboluyor bazen.. her yeri didik didik ediyorum, bulamıyorum.. sonra annem gelip baktığında eliyle koymuş gibi buluyor söz konusu nesneyi... annelerin gizli süper güçlerinden* biri olabilirdi aslında kayıp şeyleri zaten-aranmış yerlere tekrar bakmak suretiyle bulmak.. "işte burada... illa ki yerimden kaldıracaksın beni.." şeklinde ifadelerle kendine paye çıkararak bu gizemli olayı son derece basite indirgiyor.. hatta fark etmiyor bile.. belki de göz ardı ediyordur.. 'çoluk-çocuk' huzursuz olmasın diye.. ana yüreği tabii.. canım ya..

işte o noktada asıl gizemli yaratık devreye giriyor... çocukluğumdan beri var bunlar etrafta.. bize ait eşyaların 'yerlerini değiştiriyorlar'.. sanırım oyun oynuyorlar.. işin içinde bir kötü niyet yok yani.. onların varlığını hiç sorgulamadım.. var olduklarını da hiç kendi kendime bile söylemedim bugüne kadar.. ta ki bir tanıdığımın arkadaşının pumu'su olduğunu duyana kadar.. onunki daha çok hayali arkadaş gibi bir şey aslında.. bizim yaratıklarımız daha kamusal sayılırlar.. kişiye ait bir yaratık değil de, daha çok evin köpeği gibi..

bizimki bu kış yine aktif hale geçti.. leprechaun** modunda takılıyor bu sezon.. sarı, değerli şeylerin peşinde.. önce gelip biriktirip biriktirebileceğim biricik altınımı (ç)aldı.. daha sonra baktı ki çok da üzülmedim, peşinden en sevdiğim t-shirtlerimden birini çaldı, sarı ve değerli olanı.. sonra birkaç hafta aradan sonra birkaç gün önce mutfakta oynadı benle.. dibimde duran bardaklar, rendeler tıkır tıkır tıkırdadı olduğu yerde... çok acaip bir irkilme hali oluyormuş.. sanki 100 yıldır aşık olduğum adam karşıma çıkmış gibi bir histi*** böyle yüreğim hop etti resmen..

bunlar hırsızlık yaptığında, şüpheli yöntemlerle aranmalıdır söz konusu kayıp eşya.. önce ilgili yerler (şampuan için banyo-mutfak-salon; t shirt için oda-salon-banyo; vb..) şöyle bir hallaç pamuğu gibi atılır, sonra varsa evin annesi (yoksa ehliyetli bir 'teyze') tahmini olay yerine yollanır.. hala da sonuç alınamıyorsa iki kibrit çöpü çatılarak kaf dağının ardındaki mah hatun'a başvurulur.. ben diyeyim 5, siz deyin 10 yıl önce izmir’de bir bankada, çok önemli ve bir o kadar da kayıp bir evrakı bulduğuna sülalenin kadınları olarak şahidiz ciddi ciddi.. başvuru şeklinin tam tarifini vermiyorum burada, çünkü kendilerini çok meşgul etmek istemem, o da her normal insan gibi aynı anda sadece bir tek kişiyle ilgilenebiliyor... ha, müsait olmadığında çöpler meşgul mü çalıyor? tabii ki hayır.. sadece gerekli yardımı alamıyoruz; netekim o da çöplerin çatılamaması kadar kötü!!

neyse.. ben gidip 2 çöp bulmalıyım şimdi.. umarım sonuç için yapacağım edit'i de göreceğiz.. siz de o arada, konunun karanlık tarafındaki kahramanı oldukça gözde canlandırılabilir şekilde anlatan eseri şuradan indirip dinleyebilirsiniz..





* attıkları terliğin köşeyi dönerek çocuğu takip etmesi, vb..
** irlanda menşeili ayakkabıcı cin, gökkuşağının sonundaki altın küpünün gerçek sahibi..

*** korku ve aşk'ın semptomları neredeyse tamamen aynıdır!..

28 Mayıs 2008 Çarşamba

müdür müdür? müdür midir?

her derdin vardır bir faresi :)
bu sefer ben değil, national geographic dergisi söylüyor...
allah faresiz dert vermesin :)

27 Mayıs 2008 Salı

ilk kez yıllar sonra

yıllar sonra arkadaşımla bir 'kız yurdu'nda kalıyoruz.. aslında hayatımda hiç yurtta kalmadım, ama 'yıllar sonra' işte.. ama tam da o filmlerdeki gibi bir yer.. daha neye benzediğini hiç görmediğimiz ama tırım tırım tırstığımız bir müdiremiz var.. sosyal hayatımızı sabote etmeyi vatana-millete bir borç bilen bu cadının yönetiminde, yurda giriş saatimiz akşamüstü 5.00.. o saatten sonra kapılar kilitleniyor.. ama biz de hırlı duracak değiliz ya, bir yolunu bulup giriyoruz istediğimiz saatte, ama onu gel de bana sor.. bütün eğlencenin acısı çıkartılıyor o stresle cebelleşirken..

en yakın arkadaşım, çılgın yazlar-kışlar geçirdiğimiz, eğlencenin suyunu çıkardığımız pek sevgili dejenerasyon 2. bakanı yine işbaşında.. bu seferki, karşı pastanede görüştüğü bir ufaklık.. ama nasıl oluyor anlamış değilim.. bizim bu yurtta ne işimiz var?? buradaki kızların yaşıtları çocuklar neden bizim için 'çıtır'?? herneyse.. "üzümünü ye bağını sorma"dan hareketle, salkımın başındaki arkadaşımın yanına varıyorum sonunda.. saat 5'e geliyor, herhalde o yüzden komandoluk yaparak çıkıyorum bahçeden..

tabii ki yine çok romantikler.. benim geldiğimin ya farkında değiller ya da beni gözardı ediyorlar.. eh napiim, ben de etrafa bakınıyorum.. pastanenin önündeki 2 kişilik yuvarlak masalardan birinden birkaç tane renkli uçan balon sallanıyor yukarı doğru.. en çok sarı olan dikkatimi çekiyor.. ortama canlılık mı katmış yoksa görüntüdeki ahengi mi bozmuş belli değil.. ama reklamın iyisi kötüsü olmuyormuş gerçekten, dikkatimi çeken bir tek o işte onca soydaşının içinde..

içeri doğru uzuun bir koridor var, aslında pek de yakışmamış bir pastaneye.. daha çok gerilim filmlerindeki perdeleri uçuşan açık pencereli koridorları andırıyor.. ama bunun renkleri somon-turuncu benzeri ve bir de açık arayla fark atmasını sağlayan danteller var.. nerede danteller?? bilmiyorum ki; ama varlar, ondan çok eminim, tüllerin ucundadır muhtemelen.. giriyorum tabii ki dar koridora -koridara.. ben etrafı incelemekle meşgulken nasıl olduysa ait olması gereken yere dönüvermiş işte.. sonunda yine yurttayım koridorun ortasında.. bu sefer geç saatte girmek için kırk takla atmadım, bunun verdiği mutlulukla hiç kurcalamıyorum nasıl olup da kendimi burada bulduğumu..

arkadaşımın yanına koşuyorum hemen.. havadisleri almam lazım.. ne bu tavırlar.. sanki hiçbir şey olmamış gibi.. havadan sudan konuşuyor.. ben de bunu gözardı ediyorum artık.. havadan sudan bir iyi gecelerle geçiştirip odama doğru yola koyuluyorum.. halbuki biz aynı odada kalmıyor muyduk? aman canıııım.. bunu mu düşüneceğim şimdi... uyumam lazım.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

sanal haber



birkaç ay önce gelen maildeki köpekbalığı-balıkçı yakınlaşmasını gösteren pps dosyasını büyük bir mutlulukla defalarca izledim.. ve iddialı bir hayvansever olarak "onlar da kardeşimiz işte.. zaten yıllardır hayvancıkların hakkını yiyorlar.. alın bakın, köpekbalıklarının da duyguları var.." diye birsürü tanıdığıma yolladım dosyayı.. bir süredir aklımdan çıkmıştı 'evcil köpekbalığı cindy'; ta ki alışveriş yaptığım yerde kasanın yanında sıra beklerken bütün dünya dergisinin kapağında "bir köpekbalığının köpekleri kıskandıran sadakati" başlığını görene kadar.. açıp bakınca cindy'le burun buruna geldik ve "aah ahhh.. keşke o balıkçı kadar şanslı olsaydım.. kendini ona değil de bana sevdirseydi itbalığı.." diye hayıflandım anlamsızca.. ve yine aynı salak duygusallıkla bunu iki gündür aklımdan çıkarmamışım demek ki..


akşam akşam insanı şeytan dürtüyor işte.. bu haber gerçek olamayacak kadar iyi deyip, iki adım önüne peynir konan fare gibi "kesin var bi bokluk" düşüncesiyle gerçek mi yalan mı sitelerine* daldım.. tabii ki hayal kırıklığı.. 'yüzgeçlerini neşeyle suya çarpıp olduğu yerde dönen', çocuklar gibi şen cindy'nin hikayesi bir çeşit 1 nisan şakasıymış.. ama asıl şok jeton düşünce geldi.. ben burada sadece birkaç kişiden oluşan (yani gayet seçkin) bir okuyucu kitlesine sahip olan bloguma yazmak aklıma geldiğinde hikayenin doğruluğunu araştırdım da, türkiye çapında satılan bir dergi nasıl olup da, bunu araştırıp soruşturmadan hemen haberin üstüne atlayabilmiş ona inanamamakla meşgulüm şu anda.. tembelliğim tutmazsa onları da durumdan haberdar etmeye karar verdim, biraz da onlar düşünsünler diye..


hadi bakalım şimdi de siz şüphe edin e-maillerle gelen 'inanılmaz ama gerçek'ler gerçek mi değil mi??

23 Mayıs 2008 Cuma

not dead yet!

insan neredeyse hiç tanımadığı birinin ölümüne üzülür mü? ben üzülmem.. tanıdıklarımın ölümlerine de üzülmedim bugüne kadar.. ama birinin 'gitmek üzere' olduğunu duymak ok etkileyiciydi -olumsuz anlamda tabii ki.. bir kere bütün gün ruh gibi gezip, "nasıl olabilir ki"yi sindirmeye çalışıyorsun..

diyorum ya, tanımadığım biri.. sadece işyerinde karşılaşıp beş dakikalık konsantre sohbet; birkaç ortak arkadaşla ilgili anılar, tuhaf bir portekizliden nasıl ispanyolca öğrenilir, dünyanın nereleri gezilip tozulup iyi vakit geçirilebilir konulu.. o halde neden böyle peki.. niçin ama niçin benim günümü etkileyebiliyor??? tanıdıklarım, sevdiklerim gittiğinde sadece kendim için üzülüğümü biliyorum.. onlarla artık vakit geçiremeyeceğimi, onlara bir daha dokunamayacağımı bilmek gibi 'mahrumiyetler' var hep temelde..

bu seferkinde de yine kendimle ilgili duygular/kaygılar silsilesi baskındı.. olup biteni agılama sürecinde türlü çeşit soru cevap bekleyip durdu.. ya ben de erkenden gidersem? gitmesem bile o uzuun süreçte neler yaşardım? acaba o neler yaşadı?? keşke anlatabilseydi (ne kadar çekilebilir/katlanılabilir olduğunu bilmek için haliyle)..

sıkı durun daha beteri geliyor!! bak millet orada boyut değiştiriyor, ben burada 'ucunda ölüm olmayan' türlü çeşit teenage sorunla hayatımı harcamaya çalışıyorum.. gelip geçici şeyler bunlar yahu! çook hafif çoook!!

hepimiz birgün dep'üstü dikileceğiz*

küçük-minik-geçici dertleri hakettiklerinden fazla benimseyip de, sıradan bir "nasılsın?" sorusuna "daha ölmedim"** cevabı vermek nasıl bir kadir-kıymet bilmemektir!! kendimi tytarlı olmaya davet ediyor ve bu kez her zamankinden daha hızlı koşarak kendi davetime kendim icabet ediyorum..



* bkz. tepeüstü dikilmek (ki nereye bakarsanız bakın, bu lafın uygun yerde söylendiği şekliyle kullanılmış anlamına hiçbir zaman şahit olamayacaksınız)

** not dead yet

22 Mayıs 2008 Perşembe

muhafazakar demo ! !


kendimi medeni, açık fikirli, insanların özgür seçimlerini gayet doğal karşılayan biri zannederdim.. netekim hala da öyley(d)im bence.. fekat ne zaman gazetede iki kadının evleneceği haberini okudum, işte o zaman içime bir şüphe düştü, hem de kendimi hedefe koyan türden!!

bahsi geçen kadınların ikisi de tabii ki çok ünlü, ki bunlardan güzel olmayan (evet hayvanım ben) ve kendini talk showculuğa adamış olanın* eşcinsel olduğunu kabullenmem uzun zaman almıştı, fakat çok güzel bir kardeşimiz olan portia de rossi’nin durumu daha birkaç düzine şaşırma efekti gerektirecek gibi görünüyor.. gaylerin çoğunun kız milleti için büyük kayıp ve ziyan olduğu hep söylenir, demek ki aynı şey lezbiyenler-erkekler ilişkisinde de var.. ama varsayıyorum ki erkek milleti bunu bir kayıp olarak değil de bir heyecan vesilesi olarak görüyordur..

peki kendime şaşıracak kadar kabullenemememdeki, ilkel insan tepkisi vermemdeki sebep ne ola ki?? yani bunca özgürlük yanlısı -ve hatta düşkünü- bir kişi olan ben nasıl olup da bu haberi çok tuhaf bir şeymiş gibi algılayıp, okurken yüzümde o salak sırıtışı barındırdım, bir de üstüne üstlük bunu duyuracak kişi aradım durdum?.. ama etrafımdakilerin hiçbiri ally mc beal’i tanımıyordu, haberi satamadım diye içimde kaldı bir de!!

ne çeşit bir ikiyüzlülüktür bu benim yaptığım tanrım.. içimdeki sıradan ilkel yaratık gerçekten de nefret edilesi bulduğum kadar var mı?? yoksa ben normal bir insan mıyım?? ya da kim olsa böyle sıradan bir tepki verirdi mi?? bunların herhangi birine gelecek “evet” cevabı beni ayrı ayrı yerlerimden vuracak ne de olsa.. o zaman ben de içimde yaşattığım medeniyetten nasibini almamış insan müsveddesini en kısa zamanda yok etmeyi kendi öz benliğime bir borç bilirim..



*ellen benim hayallerimin mesleğini ve bugün karşıma çıksa her şeyimi bırakır giderim dediğim işi yapmayı düşleyen ikinci insan bu dünyada.. evet, gerçekten de hayvanlarla dolu bir işyerinde çalışmak için bu kutsal(!) mesleğimi bırakıp arkama bakmadan koşar giderim –zaten annem terlikle kovalıyor olacağı için sakin sakin başlanamayacak yeni işime..

hiç bitmeyen intro

ben bu blogu yazmaya başlarken aslında ne hakkında ne yapacağımı hiç bilmiyordum.. her şey aniden gelişiverdi.. ama şimdi anlıyorum ki asıl yapmayı-yazmayı beklediğim bunlar değilmiş, yani bir şekilde beni tatmin etmiyor buraya yazdıklarım.. eh napalım yahu, hayatta her şey istediğimiz gibi olmuyor-olamıyor.. ben de saldım gitti; parmağımın ucuna gelenleri de elemelere pek tabi tutmuyorum artık (an itibariyle)..

burada asıl yapmak istediğim neydi onu da bulabilmiş değilim hala, ama gün gelip buradaki yansımalarımı görüp “hah işte budur!” diyeceğim.. çekirge dediğin kısa zamanda eğitilmiyor ki zaten; daha çitler boyanacak, yerler silinecek, çoook iş var çooook.. yine de bahsi geçen günü hayal edince şimdi bile heyecanlanıverdim..

şu girizgah bölümlerini de bir pas geçebilsem keşke..konuya girmeye çalışırken laf uzuyor da uzuyor.. hani arkadaşına bir şey anlatmaya başlarsın da, o da aralara minik yorumlar serpiştirir, sonra sen de onun üzerine bir şey söylersin.. bir de karşılıklı “yahu hala anlatamadın şunu!” diye tripten tribe koşarsın (tek farkı burada kendi kendime konuşuyor olmam; sanki bir şeyi çağrıştırır gibi oldu ama kovaladım gitti.. ben deli değilimm!!!).. yani aklıma geleni yazacağım zaten, “siz benim bunu nereden nasıl olup da aklıma getirdiğimle ilgilenmiyor olabilirsiniz.. benim bunu size yapmaya ne hakkım var” diye düşünürken bir anda şu gerçeği hatırladım ki, kendim için yapıyorum yahu.. kim ne karışır.. istersem 10 paragraf giriş yapar, sonra da konuya girmeden çıkar giderim, değil mi yani?.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

keşfe çıkar demo

“ölüm ayrılıktan daha kolay olurdu değil mi hocam?” diye benim o güne kadar hep aklıma gelmiş, ama nedense hiç dilimin ucuna gelmemiş tespiti yaptı ‘kantincimiz’ yılmaz bey.. aslında ne kadar da hemfikir olduğumuzu, buna nasıl şaşırdığımı, acaba hangi aşamalardan geçip de aynı sonuca varabildiğimizi* koyu bir sohbete dalarak uzun uzun konuşmak isterdim yılmaz bey’le; benim monoloğumun arasına cuk oturan bu tek cümleyi o zaman değil de başka bir zaman söylemiş olsaydı.. ah ben konuşabilseydim.. sadece gökyüzüne bakmak zorunda kalmasaydım..

onunla birlikte olmak mümkünken olamamak.. onun seçimiyle olamamak hem de.. evet yahu.. ölmüş olsaydı eğer böyle olmazdı.. yine üzülürdüm ama en azından seçme şansı olsa burada olacağını bilerek.. zorunda olmasa gitmeyeceğinden emin olurdum o zaman.. ona ceza olsun diye istemezdim yani boyut değiştirmesini.. bensiz yaşamayı seçmediğini bilip, pek sevgili egomu tatmin etmek için isterdim aslında.. ama saf ve temiz hislerle bu sefer.. onu sevmeye korkmadan devam edebilirdim..

bir yandan da bunu yazarken hiç bilmediğim bir şey hakkında (zaten öyle olur!) ahkam kesiyormuşum hissi peşimi bırakmıyor bir türlü.. ama şöyle bir geçmişe bakınca, bunu yaşadım yahu.. her günümüzü beraber geçirirdik.. uzun yürüyüşlere çıkardık, önce tarlalarda başlar ormana doğru giderdik.. sonra yanımızdakiler uzaklaşırdı bizden, yorulur eve dönerlerdi.. o yaşta cesaret edemeyeceğim kadar uzaklara sırf o yanımda diye koşa oynaya giderdim.. evinin önünden geçerken sadece onu görmek yetmezdi.. yanına gidip sarılmadan içim rahat etmezdi.. sanki onu yüzüstü bırakmış gibi suçluluk duyardım –ya da belki de ben ona dokunabilecekken bundan mahrum kalmak istemezdim.. her şey bu kadar ahenkliyken bir gün öldü.. onu bir daha göremeyeceğim gerçeğine kıvranarak hazırlanmak zorunda kalmadım.. buna kendimi ikna etmem gerekmedi.. ya da “artık biz senle eskisi gibi eğlenip coşmayalım” diye düşünüp kendi hür iradesiyle çekip gitmedi.. işte budur asıl nokta.. kendi isteğiyle gitmedi.. zorunda olduğu için gitti ve bunu kabullenmek, hayatın gerçeğine ayak uydurmak da tek seçenekti..

içimdeki insan olması gereken yerden kaçınca böyle düşünceler de onunla beraber işgal ediyorlar işte aklımı fikrimi –neyse ki haddini bilir, orada kapalı durur çoğu zaman.. herkesi yerine yerleştirdikten sonra, yazarken dikkatimi çekiveren bir ilk’ime getiriyorum konuyu hemman..

hep duyardık ya (neyse ki şimdiki ünlüler eski jenerasyon kadar sıkıcı değil) “aşk derken sadece bir kadın ve erkek arasındaki aşktan bahsetmiyorum.. börtü-böceğe, doğaya, şuradaki tabloya hede hödö..” derlerdi.. e doğruymuş işte.. yoksa ben zoofiliden falan muzdarip değilim ki komşunun köpeğine öylesine büyük bir tutkuyla bağlanayım.. demek ben o 60lar 70ler kuşağı sanatçıların her birinin sanki çok özgün bir şeymiş gibi iftiharla anlattıkları şeyi küçücükken hissetmişim.. ve de burada veya halka açık hiçbir yerde ifade etmek aklımdan geçmeyen o iki paragrafı yazmamın da “kendini keşfetmeye devam et eyyy demo kişisi” şeklinde bir misyonu varmış..

ohh beee… ben de neden böyle romantikleştim durduk yerde diye dert sahibi olmak üzereydim..



* ona yetişmem için en az 15 sene hızlandırılmış felsefe kurslarına gitmem gereken yılmaz bey’le aramızda, düşünerek-okuyarak-sorgulayarak geçen yıllar bakımından kocamaaan uçurumlar var..

9 Mayıs 2008 Cuma

dünyalar savaşı

kaçtır karşıma çıkıyor o anı hatırlatan bir şeyler.. ve ben her defasında üşenmeden yanımdakilere anlatıp duruyorum; hatta sanırım birkaç kibar arkadaşıma ikinci üçüncü baskıları da yaptım.. "en popüler anı" ödülüne aday olmakla kalmayıp, minik heykelciği evine de götürecek sanırım sonunda..

aslında çok kısa süren ve belki de çok insanın başına gelmiş bir olaydır dünyayı uzaylıların istila ettiğini zannetmek.. canım şehrimdeki yaz gecelerinin biricik süsleri olan lazer şovları isimli aktivitenin kurbanı olduğumu anlamam için dehşet içinde geçen birkaç dakika gerekti sadece.. gelin bana sorun nasıl geçtiğini.. olayı ne kadar ciddiye alıp ne kadar inandığımı anlatmak için şunları bilmeniz yeterli olacaktır sanırım; videoya çekmek, fotoğraflamak gibi kâr amaçlı hiçbirşey aklımdan geçmedi, lanet bir "sığınaksız" apartmanda yaşadığımız gerçeğini hatırladım ama binayı yapanların kulaklarını ve başka yerlerini çınlatmak yerine hemen saklanacak -hem de uzun süre- başka bir yer aternatifi arayıp durdum kafamda, ve depremde ilk yapılacak şey olan "evdekileri paniğe mahal vermeden haberdar et" aşamasını yaşadım.. işte o kadar gerçekti yani..

asıl konumuz tabii ki benim bu salaklığım değil (belki de salaklık bile değil bu).. konumuz steven spielberg'ün "war of the worlds"ü.. ne kadar başarılı bir film olduğu konusunda benim ne düşündüğüm.. ve bunu daha yeni keşfetmiş olmam..

filmi çıktığı yıl izledim.. 3 sene olmuş! ve ben hala aynı dehşeti yaşıyorum.. bir daha izlemeyeceğim filmler arasına kendilerini zevkle koydum.. çünkü beni tam anlamıyla terörize etti seyrettiğimde.. ve hala da aynı etkiyi göstermekte.. uzun süreli etki işte... iyi ki bir korku filmi bu kadar başarılı olamadı daha.. belki de onların en çok birkaç gün sürdüğünü bildiğim için seviyorum..

peki nedir filmi bu kadar başarılı kılan?. ben küçükken "ziyaretçiler" vardı trt1'de.. bir ilkokul çocuğu olarak izlerdim ve uzaylıları anlamaya çalışırdım.. zaman zaman onların tarafındaydım yani.. onlar da insan öldürürdü.. zavallı fareleri ağzının yanından aşağı atarlardı.. çok da iyi huylu değillerdi yani.. sonra.. mel gibson'ın dini ve milli vecibelerini yerine getirmek için rol aldığı filmler serisinden "signs" vardı.. oradaki uzaylılar da sadece birkaç kez orta derecede korkutmuştur beni (tabii ki filmi izledikten sonrasından bahsediyorum).. "mars attacks!" zaten korku filmi değildi, ama geçmişteki kötü uzaylılar listesinde yerini almış belli ki.. "independence day"deki uzaylılarla karşılaştık mı hatırlamıyorum bile.. yani uzaylıların dünyayı işgal etmesi fikri beni daha önce hiç dehşete sürüklememişti, hem de yıllarca her aklıma geldiğinde..

steven spielberg iyidir.. çok etkileyici filmler yapar.. ama benim favorilerimden biri değil, beni o kadar da etkileyebilmişliği yoktu.. düşün.. düşün.. nedir bu filmin mucizesi??? ve bul...

ilk kez bu sefer uzaylılar insanları hemen öldürmüyorlardı.. önce balık sepetine benzer sepetlere dolduruyorlar sonra da gerektiği zaman içlerinden birkaçını seçip presslemek suretiyle ihtiyaç duydukları kan-revanı elde ediyorlardı.. halbuki diğer filmlerde ölüm hep anlık buluyordu insanları.. savaş durumunu görüyorduk hep.. herkes hayatta kalmak için öldürüyordu.. sadece düşmanlar başka bir cinsti o kadar.. öldürülmeyi beklerkenki korkuyu hiç görmemiştik daha önce.. kendimizi sadece düşman uzaylıyla karşılaşan talihsiz adam yerine koymuştuk.. ve lazer silahıyla bir anda yok edilmek (öldürülmek bile değil) nasıl olurdu onu hayal etmeye çalışmıştık en çok..

çok insanca bir durum aslında bence (negatif anlamda tabii ki).. yani birilerine "sizi bir süre sonra öldüreceğiz/katledeceğiz ama ne zaman daha karar vermedik, bekleyin siz burada" mesajı vermek.. genelde buradaki obje zavallı hayvanlar oluyor ne yazık ki.. gözünün önünde soydaşları öldürülen koyunlar mesela.. ama şimdi (ve umarım hiçbir zaman) o konuya eni konu girmeyeceğim.. yani insan uzaylının yaptığından dehşete düşmek için kendine benzer şekilde hareket edeni seçiyor.. daha korkuncu yok çünkü akla hayale gelebilecek...

amaan... budur işte.. çok sevdiğim bir söz vardır "insanları tanıdıkça hayvanları daha çok seviyorum", sözüm blogdan dışarı..

4 Mayıs 2008 Pazar

gerçekten de "amazing stories"

uzun zaman önce ara verdiğim televizyon kariyerime bir süredir dönmüş bulunmaktayım.. neyse ki bu aralar karşıma güzel şeyler çıkıyor.. ama ben program seçerken hep çok yüzeysel davranıyorum ve aslına bakarsanız bundan şikayetçiyim de.. yine böyle birkaç hafta önce en başını görüp de "amaaan.. yine yakın tarihle ilgili sıkıcı belgesel!" diyerek pek zayıf hafızamın "izlenmemesi gerekenler" kuvvetli bölümüne kazıyarak bugünkü rastlantıya dek harcadığım kısa filmler buketi programı o mumya sayesinde keşfettim.. amerikan komik bakışına* sahip mumyayı kim görse ona bir şans verirdi... o hikaye bittikten sonra "family dog", "remote control man" ve "guilt trip" isimli eserlerle de tanışma fırsatım oldu.. şimdi "amazing stories"in hiçbir bölümünü kaçırmamaya kararlıyım artık..

"family dog"u görür görmez, adından olsa gerek, hemen aklıma brian geldi, biraz daha abartıp "family guy" ona ithaf edilip adında minik bir değişiklik bile yapılabilir diye salak salak düşündüm sonra.. ama işin iç yüzü öyle değilmiş arkadaşlar.. evinde köpek besleyenler kesinlikle izlemeliler bu kısa filmi.. evcil kardeşilerim neler çekiyorlar, bir de onların açısından hepimiz bakmalıyız.. galiba ev hayvancıklarının hayatı pek de peri masalı disney filmleri gibi değil.. özellikle mama konusunda içim gerçekten cız etti, kendimden utandım.. benim yüzümden ilaçlı mamaya talim etmek zorunda kalan sevgili kedime 1 haftadır tembellikten almadığım asıl mamasını gidip almaya karar verdim (ama yarın).. bu filmciği izleyip hangır hangır gülerken bir yandan da konu hakkında düşünüp kulağınızda birkaç küpeyle bitireceğinizi umuyorum..**

sonra sıra geldi "the remote control man"e.. eveet.. şimdi ne tarafa çağrışım yapıyoruuuz?? tebrikler! "click" elbette.. click'i daha önce izlediğim için, bu filmcikte de ona benzer birşeyler bekledim yine.. ve tabii ki yine alakasız çıktı.. kahramanlarımızın yaşları çok alakasızdı bir kere.. the remote control man'ın boşa harcayıp ziyan edeceği uzun zamanı varmış gibi görünmüyordu.. kariyerleri de oldukça farklıydı.. click'teki adam sandler kariyer sahibi, başını kaşıyacak vakti olmayan başarılı bir amerikalıyken, diğer adamcağız -ki sadece bu bile yetecek gibi- ise "bey itine it kuyruğuna" emir-komuta zincirinin son halkasının ucundaydı.. farklı hayatları ve dertleri olan iki insanın da "universal" ve "magical" remote control'leri kullanmak için farklı motivasyonları olması kaçınılmazdı tabii.. "click" üzerine söyleyecek çok şeyim olan bir film.. sıradan hollywood yapımlarından biri belki de, ama dünyanın sonunun geldiğini düşünürseniz eğer bir gün, mutlaka bulup izleyiniz, sizi oradan çıkaracaktır.. eh tabii ondan sonra karşılaşılan "the remote conrtol man" sadece ana fikri tv düşmanlığı olan bir filmcik olmaktan ileri gidemedi.. pek objektif olamadığımdandır belki de..

"guilt trip" eğlenceli ve ilginçti.. yukarıdan dünyaya gönderilen melekler konulu yapımların yakın akrabası olmakla birlikte, bu sefer gönderilenlerin guilt, love, passion ve lust isimli varlıklar olması bir fikir verir sanırım merak edenlere.. insan bir kitaptaki satırların altını neden çizer ki diye düşünürüm altı çizili kitaplarla karşılaştıkça.. cevap olarak da hep ilk aklıma gelen çok beğendikleri yerleri çizdikleri ihtimalidir.. eğer ben onlardan biri olsaydım, ve bu filmcik de bir kitap olsaydı hemen altını çiziverirdim : "what's love without guilt?"

ben mi bu konuda cahilim yoksa kim olsa aynı tepkiyi mi verirdi emin olamıyorum bir türlü; hikayelerin her birinden sonra director, story by ve executive producer kısımlarından 1-2'sinde steven spielberg gördükçe şaştım da kaldım.. herhalde bu kadar tanınmadan önceki bir çalışması diye düşündüm.. taa cnbc-e dergiye kavuşana kadar da bunun ne kadar salakça bir mantık olduğunu fark edemedim!.. nasıl olmuştu da ben bundan haberdar olmamıştım.. biraz araştırınca gördüm ki boşuna dememişler "stories" diye.. her şey aslında ilk başta bir kağıt ve mürekkep bulutu olarak başlamış.. dergi kapakları da burada işte..








* chevy chase


** family dog video olarak buraya konamıyor, fakat part 1-2-3 youtube'da izlenebilir.. bahsi geçen mama sahnesi part 1'in 3:20 dakikasında başlıyor..

3 Mayıs 2008 Cumartesi

gecenin bir saatinde!!..

gecenin bi saatinde eve gelip de şöyle güzel bir dizi bulmak ümidiyle açtım tv'yi... ama nerdeee... 24 falan var bu saatte bugün tekrarlarda.. hiiiç uğraşmak istemedim terörle-merörle...

sonra, akşam çıkmaya karar vermeden önce pek sevgili digiturkte işaretlediğim programlardan birinin son 10 dakikasını bulmanın mutluluğuyla atladım "hiç bunları kendine dert etmeye değer mi" isimli kişilere... fekat ne göreyim, onlar da veda ediyorlar... ama erol bey'in bir şarkısıyla... çocukluk aşkım erol evgin zannederekten bekledim ve erol büyükburç'la karşılaştım... o da her zamankinin aksine, bir elvis şarkısı animasyonu yerine "papatya gibisin beyaz ve inceeğğ.." şeklinde döktürmeye başladı... buraya kadar çekilebilirdi... katlanılabilirdi ya da...

ama ondan sonra.... mumya müzesinden fırlamış gibi duran erol abimiz oradaki birkaç kadın içinden birini seçti kiii.... gerçekten de emin değilim kim olduğundan, ama erol'un ağız çevresindeki katılaşmış dokularının soydaşları bu ablamızın ağız ve de göz çevresinde ikamet etmekteydiler... ve ben yine bir atasözünü* anımsayıp bu dinoları (veya dinoyu) izlerken, bir yandan da atasözlerine bu kadar itibar ederek acaba ben mi hafiften yaşlanıyorum sorusunu kendime soramadan geçemedim**...



*körler sağırlar birbirini ağırlar

**itibar etmek, tasarrufunda olmak, hazzetmek ve buna benzer birkaç sözü daha benimsemek, yerine başka bir şeyler koyduğunda hep bir eksiklik duymak, "aslı varken bu niye?" diye düşünmek hep o hissi uyandırıyor işte... uyandırsın bakali.. nereye kadar :)..