25 Temmuz 2008 Cuma

mavi-beyaz


canım şehrimin dışına çıkmadan denize girme lüksünü sağlayan canım plajlarından en sakin ve müziksiz olanlarından birindeyim.. hava bugün o kadar günlük -özellikle de- güneşlik değil.. olsun.. demek ki günlük kanser ihtiyacımın geri kalanını yarın karşılamam gerekecek..

bir yandan koyu mavi ufka bakıp, bir yandan da denizin tadını çıkarma çalışmaları yapıyorum kendimce.. tam da "baksana yahu, kara bulutlar var gökyüzünde" diye hiç tarzım olmayan negatif bir anlatımla yanımdakine yukarıyı işaret ederken bir de bakıyorum ki gerçekten de bulutlar hafiften kararmış, ama hepsi değil neyse ki.. tam tepemizdekiler de kare kare desklere benzer bir hal alıp sanki o sırada dünyayı işgale gelmiş olan bir uzay aracının küçük öncüleri gibi bir sıraya dizilmişler..

ben bunlardan ürkmekle meşgulken ayağımın altından sanki biri bir ip çekiyor.. "inşallah" diyorum kendi kendime, "balık tutmaya çalışan veletin misinası değildir" ve tabii ki ucunu tuttuğumda beni doğruca bacak kadar sahibine götürüyor iki metrelik minik olta.. iğneyi elimde tutup kıza gösterirken "bak yavrucuğum.. bu iğne eğer bir yerime batarsa, onu oradan çıkarıp sana batırırım haberin olsun.. üstelik sen iğneyi beklediğin için acıyı daha çok hissedersin" şeklinde psikopatça uyarıyorum kızı.. sözlerimin yarısında bunun aslında bir olta iğnesi olmadığını farketmeme rağmen hem de.. aman neyse.. küçükken öğrensin işte nerede ne yapmaması gerektiğini..

nedense denize girmiyorum bugün, denize girmek iyice suyun içinde olmak demekse.. bileklerime kadar suyun içindeyim.. ona buna sarıyorum işte.. sol tarafta minik bir balıkçı teknesi var.. köpekbalığına bakarken fark ediyorum.. köpekbalığı??!! evet.. o karanlık denizin içinde mavi-beyaz tertemiz bir hayvancık.. hem de suyun üzerindeymiş gibi duruyor.. şimdi çok fena bir yol ayrımındayım.. "köpekbalığııı!!" diye bağırsam insanlar tehlikeye düşmeyecek, ama hayvancağızın oradan canlı çıkma şansı azalacak.. kimseye ses etmesem hayvancık belki karnını doyurmak isteyip birinin tadına bakacak; ve bu biri belki de şu anda denizdeki teyzem ya da kuzenim olabilir.. ne yazık ki içimdeki insan baskın çıkıp gayet isteksizce işaret parmağımı o yana doğrultup "köpekbalığıı" dememe sebep oluyor.. insanlar alışkın değil buna, avustralyada olsak hemen çıkarlardı sudan.. salak salak bakınıyorlar; illa ki görüp, emin olup, öyle kaçacaklar ya..

deniz tahliye edildikten sonra sıra geliyor balığı sağ salim uzaklaştırma görevine.. yahu git.. nasıl yani?? benim hizama gelip denizden bana bakarken zaman zaman çekiç balığını andıran bu kardeşim nasıl olup da havlıyor???? "bize bir şey anlatmaya çalışıyor olmalı" diye düşünüyorum.. ama şimdi asıl görev onu kurtarmak.. köpekle konuşur gibi konuşuyorum onla.. "ne var oğlum?? ne tarafa gidelim?" hareket yok.. eh bu da bildiğin it değil ki "hadi oynayalım" çağrısına koşarak ona katılıp cevap vereyim.. en iyisi onun gidip it kardeşleriyle oynaması.. kuru mekan itini kovalamak için taş atar gibi korkutmak aklıma geliyor ilk anda, ama daha elim taşa dokunmak üzereyken etraftaki barbarların onu taşlayarak öldürmek gibi korkunç bir aktiviteye koşarak atlayabileceği aklıma geliyor.. ama çok geç.. evlerine dönmek yerine, çok da geride bırakmadıkları ilkelliğe hiç zorlanmadan dönüp, nadiren karşılaşabileceğimiz bu hayvanı oracıkta recm ediveriyorlar.. göz açıp kapayıncaya kadar sadece kafası ve solungaçlarının yarısına kadar yok ediveriyorlar bu mavi-beyaz balığı.. bu da yetmezmiş gibi, bu kalan kısmı o minik balıkçı teknesinin fritözüne atıp, nasıl kızardığını izlemeye koyuluyorlar.. nesini yiyeceklerse..

yine tiksindirdiler beni insan ırkından!! halbuki maviyle, denizle ilgili olacaktı bütün bunlar . . .

simon's cat

aynı işyerinde çalıştığım 4-5 arkadaşım aynı yaz içinde evlendiler..

- benim kocam filanca peyniri çok seviyo..
- aa.. benimki onu ağzına koymaz.. kokuyomuş diye sevmiyo...
- şekerim benimki hiçbirini ayırt etmiyo valla..
- aslında filanca peyniri bilmemne usulü pişirirsen daha da bayılır.. bi dene bak..

şeklinde gelişen ve bunun türlü çeşit konuya uyarlanabilen versiyonlarını (ütülü gömlek, işyerindeyken telefonlaşma, kolay ama lezzetli yemek tarifleri, kayın-'larla arayı iyi tutma yöntemleri...) dinlemekten daral gelmeye başlamıştı.. neyse ki hepsi birden hamile kalıp da konuyu doktor, doğum, bebek mevzularına -hem de fazlasıyla ayrıntılı halde- çevirmelerinden hemen önce bunları birkaç yıl geride bırakmış insanların çalıştığı bir yere terfi ettim..

dışarıdan nasıl anlamsız ve ne kadar sıkıcı göründüğünü bildiğim için, hayvan delisi arkadaşlarımla bir araya geldiğimizde ortamda 'normal' insanlar varsa sohbeti kedi-köpek mevzularından hep uzak tutmaya çalışırım..

işte bunun içündür küüü, pek sevgili simon tofield kişisinin bizlere armağanı olan ve şimdilik 3 çeşidi bulunan simon's cat videolarını ancak kedi sahipleri anlar.. tabii ki "aynısı yaaww... bak bak, aynı böyle yatıp kıvrılıyo benim kedim de.." modunu uzatıp kimsenin kafasını ütülemeye kalkışmayacağım yukarıdaki girişten sonra..

işte de videolar.. çok salakça bir sıralamayla dizdim tabii.. sevmiyorum öyle düzenli şeyleri :)

20 Temmuz 2008 Pazar

bittersweet symphony


düşün ki bir pasta var.. onun var olduğunu biliyorsun; arkadaşlarınla çıktığın bir tatilde defalarca o pastayı yediklerini gördün.. ama sen sadece tabağın kenarına bulaşan krema artıklarını tadabildin.. sonra da o pastayı aklından çıkaramadın.. onu bulman gerekiyordu.. tarif ettin şeklini şemalini, kimse hatırlamadı.. bir gün bir kahve dükkanında onu gördün.. evet, gerçekti.. vardı.. arkadaşını aradın "bak burada işte, telefonunun kamerasından görebiliyor musun?" dedin.. göremedi.. kameranın çözünürlüğü düşüktü.. sonra fotoğrafını çektin.. arkadaşın "tamam bu pastanın resmini görüyorum.. ama daha önce hiç karşılaşmadım.. üzgünüm.. nerede bulabileceğin konusunda da hiçbir fikrim yok" diyerek tüm umutlarını suya düşürdü..

kaderine boyun eğmiş, onun sadece hayaliyle yaşamak zorunda olduğun fikrine alışmaya çalışır durumdayken bir de baktın ki televizyonda bir reklamda arka planda biri o pastadan yiyor.. evet dedin.. evet!!! bu pasta var.. hemen tatile beraber çıktığın arkadaşlarından uzakta olanına döşendin bir e-mail.. anlattın bütün hikayeyi.. "bi bakıver de o reklama.. o pastanın adını bana söyleyiver.." dedin.. arkadaşın sana bir pastane tarif etti.. "adını bilemicem şimdi.. o reklamı da bekleyemicem.. ben o tatildeki bütün pastaları filanca pastaneden almıştım" dedi, git orada kesin bulursun" dedi.. pastanenin adını böyle kolay vermedi tabii ki.. iki hafta sürdü sana o adı sms'le yollaması.. olsun.. gittin büyük bir umutla oraya.. yüzün üzerinde çeşidi iki kez gözden geçirdin.. bu ne bahtsızlıktı!! yoktu orada!!

tam uzaktaki diğer arkadaşından yardım istemek üzereyken, bu olanları anlatıp da bir umut başvurduğun ve o fotoğrafı gösterip yine "üzgünüm" cevabını aldığın yeni bir arkadaşınla müzeye giderken yolda torpidodan pasta çıkarıp yemeye başladı.. o pastayı!!!! sana da ikram etti tabii ki.. sen üstüne atladın.. ağzını yüzünü krema ederek vahşiler gibi yuttun onu!! "eh ben bunu zaten bildiğini sanıyordum.." dedi.. ve sen karşına çıkan o koca bonusun mutluluğuyla saatlerce uçtun..

işte budur moby'nin gayet başarılı yorumlayarak aklımı başımdan aldığı* verve'ün bittersweet symphony'si ile kavuşma öykümüz.. link falan vermiyorum.. sen zaten biliyorsundur.. bilmiyorsan bile benden kat kat şanslısın.. istediğin programla indir..

*öyle ki bunun aslında klasik bir eserin remixi olduğunu iddia ettim malum süreç boyunca..

16 Temmuz 2008 Çarşamba

dert sahibi oldum yine

hiç hazzetmem mesaj kaygılı herhangi bir şeyden.. bırak şarkıyı, yazıyı, filmi mesaj kaygılı konuşmalardan bile uzak dururum hep.. tek bir istisna var bunla ilgili.. shyamalan!

yahu nedir acaba.. yani bir insanın her filmi mi mesaj verir.. ya aslında soru o olmayacaktı.. ben neden bu adamın filmlerini buna rağmen hatta belki de (büyük ihtimalle) bu yüzden seviyorum???

cevap aklımda duruyor aslında bir süredir.. ikimizin ortak noktası sadece bir tane belki, ama çooook büyük yer tutuyor olmalı onun da hayatında ve düşünce dünyasında.. biz dünyayı seviyoruz!

herkes dünyayı seviyor muhtemelen.. ama biz dünyanın nimetlerini tüketmeyi, onu kullanmayı değil, dünyanın ta kendisini seviyoruz.. kimsenin dikkatini çekmeyen mucizeleri, hayvanatı-haşaratı, çirkin görünen çalılıkları falan bile işte.. sevmek değil tabii asıl mevzu.. o da biliyor ki, bir an önce kendimize bir çeki-düzen verip aklımızı başımıza devşirmeliyiz.. yoksa dünya çok fena haddimizi bildirecek bize.. sabrının sınırlarında gezinmekteyiz şu anda..

defalarca "dünyayı saran virüs", "en zararlı hayvan" gibi sıfatlarla tanımlanan pek aşağılık cinsdaşlarım, hayvan veya bitki kardeşlerimin şimdilik aciz görünmelerine veya maruz kaldıkları zulümlere daha karşılık vermemiş olmalarına çok alışmamalıyız.. saf, iyi niyetli, karşısındaki heybetli ama sessiz varlık karşısında yerini/haddini bilen insanlara dönüşebilsek çoğumuz, işte o zaman kimse kimseyi* sert bir dille uyarmak zorunda kalmayacak..

işte budur dünyanın bir ucundaki hintli yönetmenle aramızdaki ortak düşünce ve duygu..

filmleri iyi midir kötü müdür tartışılır.. az da olsa sinema eğitimi almış biri olarak bile o konuya girmiyorum (özellikle "işaretler" konusuna...); filmler buradaki nesnedir, araçtır.. ben onun anlatmak istediğini anlıyor, tavrını seviyorum..

zaten bu değil midir insanlarla ilişkilerimdeki temel değerlendirme kriterim.. tavrına hayran olduklarıma birer kocaman sevgi yumağı yollayıp, diğerlerini göz ardı ederek ve bu fikrimi başka bir yazıya bırakarak ürkmüş bir halde uyumaya gidiyorum şimdi..


*doğa insana yani..

p.s. durduk yerde dellenmedim yine.. the happening dürttü bu sefer de..

15 Temmuz 2008 Salı

salı sallanır

son sanal depremimi yaşadığımda bunun yaklaşık 6 şiddetinde bir taşikardi aktivitesi olduğuna inanmam için hem kandilli rasathanesini hem de tabii ki sözlüğü defalarca taramam gerekmişti ve sonunda 40-50 dakikalık uğraştan sonra şaşırarak kabullenmiştim koca yatağı sadece kalp atışlarımla beşik gibi sallayabileceğimi.. olan bitenin tek sebebi gecenin bir yarısında telefon marifetiyle sevgilimden ayrılmam ve o sinirle gidip yatmamdı..

peki bu sabahki neydi o zaman?? depremle eşzamanlı devam eden "intihar eden partneri yüzünden sorgulanan kadının karşılaştığı zor durumlar" konulu kabusum muydu?? ilk anda akla gelen hep doğru olmuyormuş demek.. canım kedim fosur fosur uyurken ben de şunu deneyimledim; sallamak, uyanık birini uyutmaya, uyuyanı da uyandırmaya yarıyormuş..

peki canım depremimin* zamanlaması daha iyi olamaz mıydı gerçekten de?? bu da bir işaret midir?? yoksa demo yine öküzlerin altında sürüyle potuk mu bulmaktadır.. hepsi bir tesadüf müdür??


*eskiler buna zelzele derlerdi.. bir yandan nostaljik duygular uyandırıp gülümsetebilen, bir yandan da insanın sinirini zıplatıp tüylerini diken diken edebilen pek az sözcük vardır herhalde..

12 Temmuz 2008 Cumartesi

futureme

evet evet.. futureme.. futurama değil.. okur okumaz anlamlandırabilenleri tebrik ve de teberrük ederim..

"gelecekteki bana bugünden mesaj" amaçlı bir site burası.. hollywood filmlerinde çocukluğunun geçtiği yerdeki koca ağacın dibine gömülen ve yıllar sonra en iyi arkadaşla veya çocukluk aşkıyla ordan çıkarılan zaman kapsüllerini çağrıştırdı bana..

iki ilginç nokta var ilgimi çeken.. birincisi, sitenin temel prensibinin "mektuplar anılardan daha doğrudur" şeklinde tanımlanması.. yani, "heeyy... selam gelecekteki ben.. bakalım neler yapıyorsun.. hayallerimdeki bla bla bla gerçekleşti mi.. bak nasıl da heyecanla hayal ediyorduk bunu bilmemkaç yıl önce.. ha ha ha.." değil asıl amacı.. aslında bir yandan da sinsice buldum bunu.. ne demek anılardan daha doğru yahu!! arkadaşlarımla yıllardır abarta abarta süsleye püsleye anlattığımız o çok eğlenceli olayın büyüsü bu ritüelin uygulandığı dokuzuncu senede gelen, gerçekleri tüm yalınlığıyla bildiren e-mailin yarattığı cam kırılma efektiyle beraber bozulsun diye mi yaptınız yani bu siteyi??? soruyorum size jay ve matty!!

dikkatimi çeken ikinci şey ise istenirse e-mailin public yani herkese açık hale getirilebilmesi.. amacıyla ne kadar alakasız bir şey bu, değil mi? ne tür bir insan benim kendime yazdığım saçmalıkla ilgilenir ki?? küçük çocukların hatıra defterlerine yazmaya başlamadan önce başkalarının yazdıklarına göz atmaları gibi bir durum mu yaratmak istiyorlar acep, kim bilir..

tabii ki yukarıdaki paragraf bitince sıradan bir kişi olarak gidip birkaç e-maile baktım.. gelecekteki kendilerini gaza getiren birkaç mesaj yazılmış..

hani "şimdi birimizin başına bu korkunç şey geldi.. ama yıllar sonra hatırlayıp güleceğiz" dediğimiz durumlar var ya.. işte onları gelecekteki kendime hatırlatmak geliyor içimden.. ya da şu anda benim için hayatımdaki en önemli olayları ve insanları da yazmak istiyorum; ki gelecekte umarım onlarla beraber okuyup "aferin geçmişteki kendime" diyeyim..

yazacak konuyu da bulduktan sonra sıra geliyor kaç yıl sonrasına göndermeye karar vermeye.. insanlar 2025'e falan yollamışlar mailleri.. iğneyi kendime batırmadan çuvaldızları onlara saplayarak ukala ukala "tanrı'yı eğlendirmek istiyorsan ona gelecekle ilgili planlarından bahset" sözünü hatırladım bu uzun vadeli mesajları gördüğümde..

her neyse.. ben beğendim burayı.. birazdan kendime birkaç e-mail yollayacağım sanırım..