26 Aralık 2008 Cuma

astronot ayça şen !


onca yıllık çalışma hayatımda önceleri sadece adını duyduğum sömestr tatiliyle ilk kez bu yıl haşır neşir olacağım.. çocuklar gibi şenim :)

yaklaşık iki hafta sonra istanbul'a gidip şu aralar içinde bulunduğum örgü-soba-kedi modunu en kötü ihtimalle orada atmaya kararlıyım..

işte tam da burada devreye giriyor uzun süredir yolunu gözlediğim albümü çıkartan ayça şen başkan..

istanbuldayken ayça'yla röportaj yapma fırsatım olacak muhtemelen.. ama ne sorulur ki acep? siz ne sorardınız?.. noktasına virgülüne dokunmadan onun karşısına çıkacak sorular, söz :)

5 Aralık 2008 Cuma

hayvansever evi tövbe tutmaz(mış)

ohh.. tatil geldi.. okuldaki herkes bir yerlere gidiyor yarın sabah.. benim kararım zaten kesindi en baştan.. bu seferki dinlenme tatili olacaktı, yılbaşıyla birleşen yarıyıl ise gezip tozma-yorulup-dinlenip-tekrar yorulma tatili..

biliyorsunuz ki artık sadece bir kedim var.. ona da ısınmam oldukça uzun zaman aldı.. ikinci bir kedi için de çok erken, zaten ihtiyacımız da yok.. ev de eski nüfusuna kavuştu artık (bkz. anne ve kardeşin asıl yuvalarına göçü belgeseli).. o halde kendimizi dürtüp bu tatilde de rutine kavuş(a)mamak için gerekeni tek hamlede yapmak vaktidir.. yerinde duramayan, zıp-zıp zıplayan, koşmalara-yemelere doymayan, kanepeye ancak üçüncü denemede çıkabilen bir yorkshire terrier! ama adını pek sevemedim : whiskey
işte bayram misafirimiz whiskey'le tanışma sürecimiz.. daha önce varlığından bile haberdar olmadığım bu kardeşimin koca tatili veterinerdeki kafeste geçirmesine annesinin de, benim de gönlümüz razı olmadı işte.. benim annemin de gönlünün rızası (her ne kadar inkar etse de) pazartesi günü yüncüde rastlayıp, kucağımızdan indiremediğimiz -1 numara yorkshire ile yakînen alakalı bence..


peki ya hayriye? tek bir sözcükle açıklanabilir: karma! neyse ki hayriş'in dünya bir tarafında değil, sobanın yanındaki pufun üzerinde daimi tatilinin keyfini çıkarıyor.. aynen şöyle:

bu tatildeki aktivitelerime sabah erkenden kalkıp köpeği çişe tutmak, akşam üstünde uyuduğum kanepeden kalkmakla yerime yatmak arasına yine bahçeye in-köpeği çişe tut'u sıkıştıran bir it-köpek zaafiyeti örneği olmama rağmen pişman değilim.. hepsinin her bir tüyünü ayrı ayrı seviyorum.. whiskey'ciğim de bu havada buzlu olmaktan kurtulup soba başında keyif yapıyor işte.. köpek almak isteyen herkese şiddetli tavsiyelerimle.. ilk tatili değerlendirip deneyin.. ruhunuz köpekçi değilse vazgeçeceksiniz :)

20 Kasım 2008 Perşembe

itler ve sebep oldukları

bugün arka sokakta yaşayan sokak köpeğimle veterinere gidip hayriye'ye kum aldık.. ona da oyun kemiği tabii ki.. ben sohbet ederken, it kardeşim oyuncağını bir yerlere saklayıp beni almak için geri döndü.. mutlu mesut eve dönüyorduk ki, yıllar önce olan bir olay tekrar vuku buldu..





karşıdan gelen mini mini ortaokul veletleri -hayvansever küçük insanlar- "köpek sizin mi teyze?" diyerek beni altı yıl geriye ve yediyüz kilometre kuzeybatıya (ya da öyle bir yere işte) götürdüler.. üniversiteden yeni mezun olmuş bir çıtırken veletlerin kucağındaki bull terrier yavrusuna elmyra dalışı yapmıştım.. "sizin de köpeğiniz var mı teyze?" dediklerinde çok komik gelmişti.. o zamanlar kesinlikle teyze değildim.. ama bugün çok ilginç geldi 'teyzelik'..


beraber çalıştığımız onlarca anneden biri, geçenlerde beni kızıyla "demo teyze" olarak tanıştırdığında, "ablayım ben yahu" refleksim çalışmıştı.. aynı hafta içinde, o arkadaşım ve diğerleriyle yemek yerken en deli olanının kızıyla -beş yaşındaki yayla isimli küçük insanla- sohbet ediyorduk yine.. durdu.. şöyle bir baktı diğer arkadaşlarıma, "ya senin annen yok mu?" dedi.. "e vaar" diye salak salak baktım velede.. "o niye gelmedi peki?" dediği anda yayla'yı öpmek, yayla lezzet testi yapmak istedim..

teyzeliğe terfi etmek konusundaki hislerime karar vermeye çalışıyorum yani.. eskiden tuhaftı.. şimdiyse ilginç; teyzeleri incelemek istiyorum.. kendimi dışardan görmek istiyorum.. ama olmuyor işte.. teyze olmak bir yandan da heyecan verici..

ama heyecan verici olan başka bir şey daha var.. hala yirmilerinde olan bir tek ben kaldım ortamlarda! son yılım.. ve her lafın arasına sıkıştırıyorum "en çıtır" olduğumu..

yani böyle iki ara bir derede bir his.. iki taraf da hoş görünüyor şimdilik, ama ben geride kalmak üzere olanın daha bir tadını çıkarıyorum.. nasıl olsa uzuuuunca bir süre teyze oluciim (umarım)..

Tanrım beni michael jackson sendromundan* koru.. amin..
p.s. türkçede en çok kullanılan harf t'dir(miş).. (bkz. yukarda baktıklarınız)

* link ararken öğrendim ki, burda asıl söylemek istediğim şey peter pan sendromuymuş.. michael jackson sendromu ise tamamen alakasızmış konuyla..

18 Kasım 2008 Salı

biir biir biir. . .

biir..
onun ayakları her yerde!
evet evet.. yumuşak-sert dinlemiyor; kağıtların üzerinde kayıyormuş, umurunda değil; ıslak kuru bile fark etmiyor.. öyle bir şey işte.. hatta öyle bir şey ki, golden retriever gibi (bkz.çöp öğütücü); çekirdek, pırasa, fındık, kuru ekmek.. bir de oyuncağını atınca geri getiriyor.. önüne bırakıp "mivv.." sonra yine at-getir, at-getir.... ayakları daha biraz önce klavyedeydi..
zzzzzzzzzzzzzzzzz
hahahaaa iyi kedi lafının üstüne geldi ve malum bölümü yazdı :) bir de eve geldiğinden beri -temmuz sonundan beri- evin içinde bir çeşit korku filmi atmosferi yaratmak için çabalıyor geceleri.. hayal ediniz şimdi: yastık.. kafa yastıkta... yumuşacııkk.. ohh... uykuuu.... (tam o sırada) cıyır cıyıırrr cııııyyyyy; meali: duvarlar tırmalayan kedi tırmığı sesi.. geril gerillll.... bir tek dileğim var bu konuda.. malum patiler her yere girip her türlü naneyi yesinler, ama lütfen lütfen kışın sobanın üstüne atlamasınlar..

biir..
kışın gelmesiyle, iki yıldır ankara'da yaşayan kardeşimin güney illerine göç mevsimi geldi.. ve bu tür göçerken iki oda-bir salonluk eşya sahibi yuvasını da ilk yuvaya geri taşımasıyla tanınan bir cins olduğu için evde yapılmakta olan zorunlu feng-shui aktivitelerinin son seansları da bu akşam yapıldı.. içinde her şeyden birkaç çeşit olan dolaba daldık.. ilk bilgisayarlarımızın kasalarını güle oynaya sokağa, çöpün yanına bıraktık.. onları bile feng-shuiledik ama çok eski bir aile sanatına ait birçok parça tabii ki dolaptaki yeni görev yerlerine yerleştiler.. yeniden kullanılabilir güzel plastik ve kağıt torbaları toplama sanatının konusu olan bu parçaların sergi yerleri zaman içinde değişime uğramış ve bahsi geçen sanat dalı yatak-divan altları yerine büyük dolaplarda icra edilmeye başlamıştır.. yani bizim evde öyle, dayımlarla teyzemlerin evlerindeki galerileri incelemeye uzun süredir fırsat bulamadım..

biir..
bir süre önce anneme mouse'umu verdim o da bana yenisini almış.. ama pavyondan! valla bak.. bu tür bir şeyi sıradan bir yerden alması mümkün değil.. herkese söylüyorum, annem cennetlik bir kişi, pavyondan mouse kurtardı diye.. ama nedense burada yazmadan önce iki kez düşündüm.. nedense politically correct olmak zorundaymışım gibi davranıyormuşum bugüne kadar; şimdi fark ettim ve tavrımı değiştirdim hemman.. yahu zaten burayı okuyan adam alınıp darılcaksa kapatır gider değil mi.. evet evet ben salağım.. herneyse.. konuyu dağıtmamak lazım.. çünkü fark edildiği üzere bütünlük konusunda muhteşem bir yazı olmakta... hakkını yemeyelim, anneciğim bu aleti alırken gerçekten de seçmiş ama, kablosu uzayıp kısalanlardan, çok havalı bir şey.. bakınız:

olup bitenlerin bir kısmını biir bir anlattım işte..

8 Kasım 2008 Cumartesi

geleneksel toplu doğumgünü şenlikleri


bu yıl kademeli olarak ellibeşincisi, ellibirincisi, otuzuncusu ve yirmidokuzuncusu düzenlenen geleneksel toplu doğumgünü şenliklerinin öncekilerden daha sakin geçtiği söylenebilir.. şöyle ki, otuzuncuyu kutlayan arkadaşım dün akşam eğleşmeyi tercih ederken, şenliklere ellibir ve yirmidokuz yıl önce katılan annem ve kardeşim ise yarın bir araya gelecekleri için bir gün sonraya attılar heyecanla beklediğim pastayı.. geleneğin öncüsü olan dayım ise aradığımda (çünkü aynı şehirde değiliz) şekerleme yapmakla meşguldü.. küçükken hepsinin birbirine doğumgünü hediyesi olduğunu düşünür, bunu herkese söyler, onlar güldükçe kendimi dahi zannedip mutlu olurdum.. çok safmışım..

alayının doğumgünü kutlu olsun :)

hayırdır inşallah

biraz önce gördüğüm rüyadan sonra anladım ki, beni en çok üzen rüya senaryosu annemin beni sevmediğini anlayıp, ağlamak suretiyle kendimi helak etmem üzerine kurulu olanlar.. aslında tam olarak bunun üzerine kurulu olmuyorlar (bugüne kadar 2-3 kez gördüm), asıl konu başka oluyor; pikniğe gitmek, eve gelen arkadaşların çok gürültü yapması (ki bunların ikisinden de pek hazzetmem zaten).. ve annemin bana kötü davranmasına çanak tutan birileri var hep; bkz. biyolojik baba.. çanak tutucunun gazına gelen annem bana karşı sahip olduğu bütün pozitif duygularını bir kenara bırakınca, rüyanın geri kalanında yaptığım herşeyi gözyaşlarım eşlik ediyor..

hani kahkaha atarak uyanmak tarif edilemez güzellikte bir mutluluk verir ya insana, üzülerek ya da -Allah kimsenin başına vermesin- ağlayarak uyanmak da o derece bir mutsuzluğa sebep oluyor.. ve takip eden uzunca bir süre bu duygu insanın peşini bırakmıyor..

dünyaya dönüşüme yardımcı olan şey, genelde, yukarda sözü geçen çanak tutucuya tüm suçu yüklemek ve anneyle aslında ne kadar mutlunç bir ilişki sahibi olduğumu hatırlamak oluyordu.. bu sabah ilk kez daha bir iyi uyanıp "bu rüyayı neden gördüm ki?" diye sordum.. yani akıl-fikir sahibi bir insanın vereceği tepkiyi verdim sonunda.. dün akşam birkaç bira içtikten sonra sarhoş olan, aynı zamanda eski çalıştığım yerin yeni müdürü olan arkadaşımın "sen bizi basamak olarak kullandın"la başlayıp giderek beni dellendirmeye yönelik saldırıları olduğunu fak ettim.. (söylemeden geçmek istemiyorum, şu anda çalıştığım yere daha önce başvurmaya çalışıp, tüm şartları taşımasına rağmen başvurusu bile kabul edilmeyen bir çekemez kişisinden bahsediyoruz) saldırılar, onun alkolsüz konuşmaya davetimi reddetmesi, 40 yaşında olduğu ve benden özür dilediğini 4-5 kez tekrarlaması ve benim de zaten tek yapabileceğinin özür dilemek olduğu ve özrünü kabul ettiğimi söylememle -şimdilik- biten bir tartışmaya dönüştü..

eh arkadaş da beni germek için gerekeni yapmış demek.. şimdi asıl dileğim şudur ki, bir daha öyle rüya görmeyeyim.. görürsem de onun da sebebini bulmaya çalışayım ki rüya konusu ikinci plana atılabilsin..

28 Ekim 2008 Salı

hayatımın anlamı *

yok artık. .

on yıl önce 1 mayıs arifesinde hayatıma giren felisim 29 ekim arifesinde dünyayı terk etti..

birkaç yıl önce onu "evimizin direği, paşamız... ne kadar sevsek, ne kadar mükemmel hizmet etsek de yine de kendisine layık olamayacağımız, her sabah patilerini öpüp de güne başladığımız, gülcemalini bizden esirgemeyen, gerektiğinde bizi cezalandıran, pataklayan sevgili felis'imizdir kendileri...." diye tanıtmışım bir internet sitesinde.. hep badem gözlüydü canım felisim..

birkaç haftadır zaman zaman ciddileşen kalp yetmezliğinden muzdaripti, kurtulabilirdi, ama istemedi.. vardı bir bildiği herhalde.. hayriye yüzünden yapmamış olmasını umuyorum tabii ki..

her biri diğerinden hafif olan jetonumlarımdan birinin daha düşmesi tabii ki yine gecikti bugün.. üç-dört saat evdeki kedinin öldüğünü söyleyip durdum kendi kendime.. ta ki arkadaşım "bir yıldızın kaydığını" söyleyene -aslında hatırlatana- kadar.. aslında ne olup bittiğini ancak ondan sonra algılayabildim.. 'hayatımın anlamı' gitti evimizden, artık onu bir daha göremeyeceğim.. zaten hep dediğim gibi, insanlar bu yüzden ölenlerin ardından üzülüyorlar.. ama hayatımda ilk kez bugün mutfakta kendi kendime felisin ardından "oralarda yalnız başına ne yapar, ne eder şimdi yavrucuğum" derken buldum kendimi.. herhalde insanlar çocuklarını kaybedince böyle hissediyor olmalılar..

felisin kişiliğini en çok yansıtan fotoğrafla ona veda ediyorum.. tabii şimdilik.. ne de olsa kavuşuciiz bir gün paşamla :)

*felise seslenirken en çok kullandığım söz buydu.. umarım "gittiği yerde yün yumaklarının içinde yuvarlanıyor, burnunu ve ensesini kaşıtıyordur doyasıya" bir arkadaşımın söylediği gibi...

dellenen kadın

bugünlerde birilerine bir yerlere çemkiresim vardı zaten.. neyse ki dolmuşa biner binmez dakka bir-gol bir, gereken deşarj olma fırsatı çıktı karşıma.. ben de dolmuşun orta yerinde “belediye adam zikiyo işte” diye bağırmak suretiyle birkaç kişiyi daha uyandırdım umarım..

izmir’deki kentkart uygulamasını çok seviyorum.. istanbul’da dolmuşla-otobüsle ve ankara’nın ise kendisiyle haşır neşir olmak için pek fırsatım olmadı.. elbette şoförün para pulla uğraşması hoş değil, yolculuk etmek için insanın bilet almak zorunda olması da hoş değil (eskiden gişe kapalı olurdu bazen, malum gırgır-fırt karikatürlerindeki “abonman” karaborsacıları geliverdi birden aklıma)

peki ben neden antalya’nın antkartına düşmanım.. artık iki sebebi var.. ikisi de birbirinden nefret edilesi hem de.. her gördüğümde beni dellendiren ve bu uygulamayı şekillendirenlerin alayını vurdumduymaz, sağduyusuz, doğa düşmanı ve buna benzer sıfatlarla süslememe neden olan şey kartı makinenin üzerine koyduğumuzda elimize verilen 13,5X5 cm boyutlarındaki kocaman ‘bilgi fişi’; üzerinde de dünyayı kurtaracak bilgiler var tabii ki: antkart, sürücü, hat, seyahat, araç no’ları, nerden, hangi gün, saat kaçta araca binildiği, bu fişi yol boyunca atmamamızı tembihleyen iki satırlık uzun cümle, yine iki satırlık iletişim bilgileri ve tabii ki çook gerekli olan (çünkü eşşek kadar yazılmışlar, salak olduğumuz için bilmiyoruz ya) 1.30YTL ödediğimiz bilgisi ve bu ücretin adı olan SD ÜCRET yazısı (öğrendim de boyum uzadı!), yine eşşek kadar bir logo.. şimdi ben bu çarşaf kadar kağıdı elime her verdiklerinde nasıl dellenmeyeyim*!#%@! hem dönüştürülmemiş (ve muhtemelen de tekrar bulunup dönüştürülemeyecek) kağıt kullan –üstelik aynı şehirdeki muratpaşa belediyesi geri dönüşüm projesi için çalışıyorken- hem de gerekli bilgileri 2 cm’ye sığdırabiliyorken bunu 7 katına çıkar! artık kimi kazıklıyorsan! zavallı ağaçlarla ne derdin varsa!!

sonra da ikinci dellendirme dalgası geliyor.. kartla binmek 1.30 ytl, kartsız olunca 1.75.. tamam.. aldım bir kart, annemle bindik.. iki kişilik ücretin ilkini 1.30, ikincisini 1.75 ytl almışlar! neden?? çünkü her bir kişinin ayrı ayrı kart sahibi olması gerekiyormuş.. her ne kadar gittiği her yere beraber giden insanlarsak da, kartlarımız ayrı olmalı çünkü.. o halde biletin arkasındaki bilgilerden faydalanıp şoförden satın alabileceğim daha ucuza gelen iki binişlik bileti rica ediyorum bir sonraki seferde; tabii ki kalmamış.. şaşırtıcı değil.. belediye denen şey hizmet için vardır aslında, ama bizimki kar amaçlı bir şirket gibi görünüyor buradan bakınca..

bir de üçüncü nedenim var.. indirimli kart sahibi olmak isteyen öğretmen-öğrenci-emekli gibi kişiler de nerdeyse iç çamaşırının rengine kadar tüm kişisel bilgilerini canımız belediyemize verip, bir de her gittikleri yeri belgelere kaydettiriyorlar.. işte bu noktada kendimi komplo teorisi filmindeki mel gibson gibi hissedip durduruyorum..

oh bee.. sadece dolmuşlarda bağırıp çağırmak yetmemişti zaten.. yine söylüyorum "belediye adam zikmeye çıkmış, haberiniz ola.."

14 Ekim 2008 Salı

aslan christian

uykusu kaçan demo insanı yatakta debelenmekten sıkılır, internete dalar.. stumble upon kişisi de, daha sohbetin başında, onu alır eski bir kedi kardeşine götürür.. aslan christian'a.. aslanım christian'ım yahu.. özlemişim.. uzun süredir görmemiştim onu.. hikayenin gerçekliğini bir daha kontrol edip emin olduktan sonra buraya koyuyorum tabii ki.. buyrunuz, huzuru bulunuz..


Christian the Lion - The funniest videos are a click away

evet evet.. dünyada bir tek hayvanlar ve ben kalalım.. çok mutlu oluruz, çook... seviyorum hüleaayynnn!!!!!!!!!!!!

8 Ekim 2008 Çarşamba

cinnet


geçenlerde "cinnet" adlı filmi izledik arkadaşlarla.. tam olarak beklediğimizi de bulduk.. texas chainsaw massacre ayarında bir korku filmi işte.. filmden çıkınca bunun türk versiyonu ne olur diye düşünüp, kurgulayıp çok güldük..

film anahatlarıyla şöyle.. (izlemek isteyenlere uyarı; izledikten sonra okuyun) tatile çıkan bir çift, ormanlık alanda gezip tozarlarken, fanatik hıristiyan bir başka çiftin eline düşer.. çocukları olmadığı için ormanda yakaladıkları insanların bebek yapmasını sağlayıp, bebeği aldıktan sonra hayatlarına mutlu-mesut devam etmektir aslında aşırı dinci çiftin amacı.. fakat istedikleri bebek 'kutsal evlilik bağı altında' doğmuş olmalıdır!!! yani iki sevgilinin çiftleşmesi işlerine yaramaz!! bu durumda yapılacak şey yakalanan kişileri zina yapmaktan kurtarıp, usulünce evlendirmektir; tabii ki bağlı oldukları kilisenin kurallarına uygun bir şekilde yapılacak bir törenle.. bizimkiler pek de ilgilenmedikleri için default bir katolik töreniyle evlendirilirler; alıkonuldukları dehlizdeki odalarından çıkarılıp gelinlik-damatlık giydirildikten sonra tabii ki.. gerisini de tahmin edebiliriz zaten.. ettikleri her küfürde ve tanrının adını gereksiz yere her kullandıklarında terbiye edilmek için bizimkilerin yedikleri silleler-tokatlar, çiftleşmeye edilen itirazlar, bunu takip eden işkenceler.. kan-revan falan işte..

şimdi bunun türk-islam versiyonunu hayal edelim bakalım..

adam kaçıran çiftin aşırı dinci olması sebebiyle koyu yeşil bir islama yöneltilmeleri gerekiyor tabii kurban çiftimizin.. burayı çeşitlendirmek çok eğlenceli oldu aslında arkadaşlarla filmden hemen sonra yaptığımızda.. zorla kelime-i şehadet getirtilerek müslüman olmaları, imam nikahıyla evlendirilmeleri, onca işkencenin arasında kılık-kıyafete dikkat etmek için birsürü zahmet falan işte..

hadi bakalım.. ben türk-islam versiyonunu burada ballandıra ballandıra yazamıyorum.. annem kızıyor.. şaka bir yana, yazdım ama yayınlamayı gözüm yemedi.. çok fena.. demek benim de başıma gelebiliyormuş bu salak durum.. millet orada aşırı dincileri yerden yere vuran filmi çekip, bir de bütün dünyada gösterime sunuyor.. hem de en beterinden muhafazakar bir hükümetin olduğu ülkeden çıkıyor bu iş.. üstelik kimsenin de bunu bir tarafına salladığını sanmıyorum.. biz de burada üç kişi bir araya gelip, "olm bizim burda çekilse vallaha öldürürlerdi tüm kadroyu... kesin.." yorumunu yapmakla kalıyoruz.. e daha ne diyim.. zaten diyemiyorum, sesim kısıldı..

20 Eylül 2008 Cumartesi

azgın denizineğinin hikayesi




conan o'brien'ın biri bir gün program sunarken seyircilere bir skeç izletir.. bu skeç, her ne kadar bir liseye maskot seçilmek için uğraşan çeşitli hayvanlarla ilgiliymiş gibi görünse de aslında seçmelere katılan denizineğinin ünlü olmasına vesile olacaktır.. denizineği webcam'in önünde dans etmek suretiyle maskot seçimlerine katılmıştır.. buraya kadar diğer adaylardan hiçbir farkı yoktur.. ta ki skecin sonunda conan o'brien ağzından http://www.hornymanatee.com/ adresini kaçırana kadar.. artık dönüş yoktur.. azgın denizineğimiz artık internette bir site sahibi olmak zorunda kalacaktır.. şöyle ki, internette var olmayan bir adresi programda söylemek amerika ülkesinde suçtur.. ve artık denizineğimiz geçen yıl itibariyle yaklaşık otuzbirmilyon kişi tarafından ziyaret edilen bir sitenin baş kahramanıdır.. çünkü NBC televizyonu siteyi satın alıp cezadan yırttıktan sonra, orayı piç gibi ortalıkta bırakmayacak kadar iyi yüreklidir aynı zamanda müsrif de değildir.. hatta zaman içinde bundan para kazanmaya bile başlamış, horny manatee t-shirtleri satmaya başlamıştır ve parça başına denizineklerini koruma vakfına beş dolar bağışlayacak kadar yardımseverdir.. gidiniz görünüz.. gavur (seve seve de olsa) yapmış, bakınız..

bu hikayeyi öğrenince, amerika'da tv programı sunucusu olmadığına memnun olacak belki de tek insan olan bir arkadaşım aklıma geldi.. tatilden eve dönerken "pazartesiyineişbaşı.com" ve hatta "marketegidiyorum.com birlisteyapsamiyiolur.org" gibi aklından geçen bin çeşit domaini cümlelerine serpiştiren faruk kişisinin bu kadar cesurca* riskli cümleler kurmasını "amaan nedir ki.. eve gidince yaparım birkaç site.. hıh.." deyebilecek donanımda (ve hatta yazılımda) bir kişi olmasına bağlıyorum şimdi düşününce..



*cahil cesareti

5 Eylül 2008 Cuma

ilk evcil kara delik denemesi hakkında


yazmaya başlarken rastgele modunda dinlediğim cd player'ımda karşıma çıkan ilk şarkının "it's the end of the world" olmasının sadece anlamsız bir rastlantı olması dileğiyle devrim'den gelen "10 eylül günü gezegenimiz yok olacak diyelim; o güne kadar neler yaparsın?" adlı mim'e icabetimdir..

bütün zamanımı dünyanın sonunu engellemeye harcamamak için beni neyin beklediğini bilmem gerek.. ayrıca bu fikri kabullenebilmek için de birkaç sorunun cevabına da ihtiyacım var..
işte bu süreç şu şekilde tecelli eder:

dünyanın sonu nasıl gelecek?
- diye mi? yoksa vogon gemisi dünyayı yok ettiğinde çıkan seslere benzer sesler çıkararak tatsız bir şekilde mi? ilk seçenekte, görüldüğü üzere, ses-seda yok.. efendi efendi bir anda bitiveriyor her şey.. muhtemelen de öyle olacak bu sefer.. ortada yıkıcı değil, yutucu bir sebep var sonuçta.. olsa olsa minik bir karadelikten minik bir “hüüp” duyulur birkaç kişi tarafından..

peki ne hissedeceğiz??
hiçbir şey tabii ki.. söz ettiğimiz şey öldürülmek değil ki (buraya birkaç cinayet şekli yazdım, ama sildim sonra.. pek hoş durmadı.. vahşi bir şekilde öldürülmüyoruz demek istemişim meğer..), bahsettiğimiz varken yok olmak.. durum değişikliği yani..

vee… sonra ne olacak???
şu bakımdan önemli bir soru.. olaydan sonrasını düşünmeli miyim, yoksa sadece dünyanın yok olmasına mı odaklanmalıyım.. bu durumda “sonra hiçbir şey olmayacak, sadece biraz daha yer açılacak uzayda” cevabını kabullendiğimi varsayıyorum..

eh şimdi bir nebze de olsa olabilecekleri sindirdim..

son 5 gün!!!!
aman Tanrııımmmmmmmmmmmmmmmmmmm!!!!!!!!!!!!
tamam.. tamam.. kabullenmiş gibi yapmaya devam ediyorum..

aslında çok fantastik cevaplar verebilmek isterdim bu soruya.. ne gibi mesela; işte o aklıma gelmiyor zaten :)

benim yapacağım şey çok basit, ama değişken de.. mutlu ederdim kendimi.. ne gerekiyorsa o şekilde hem de.. hayatımın son yıllarındaki tek yapmaya çalıştığım/yaptığım da o değil mi zaten.. mutlu olmak!

ilk aklıma gelen yüzmek.. doğanın içinde olmak, ama sevdiklerimle.. arkadaşlarım da aileleriyle olmak isteyebilir.. elimdeki kısa listeden yanımda olmak isteyen kim varsa onlarla giderdik..
bak değişti bile.. büyük balıklarla yüzmek.. ya da daha iyisi, zararsız balina cinsleri neredeyse hemen oraya gitmek.. uçak ve extresiyle karşılaşılmayacak kredi kartları gibi nimetlerden faydalanmak.. oohhhh… hayvanat-haşaratla daha bir içli dışlı olmak lazım ama.. yetmedi beraber yüzmek.. şuraya gitmek isterdim mesela, okuduğum olumsuzlukların hükmü olmazdı o zaman, zaten birkaç gün kalmış şunun şurasında..
sonra da yemek lazım.. ne istersem onu..
aşk lazım aşk.. sadece sex değil ama.. aşık olduğum insan kişisiyle sevişmek..

yahu baktım da, pek bir eksiklik yokmuş hayatımda, yok olmadan önce yapmak istediğim.. sadece ulaşmak için para biriktirdiğim şeyleri yapardım işte.. bir de dünyevi kaygıları hayatımdan tamamen atardım.. para-sağlıklı yaşam-gelecek gibi..

yemek hazırlarken annemi mimledim, real life'ta, mutfakta.. çok fena telaşlandı.. cevabı almak mümkün olmadı.. aklımdaki diğer kişiyi mimleme zamanıdır.. virgilius.. sen ne dersin bu duruma?


p.s. aklıma geldikçe bir yandan da "Allah korusun.." deyip durdum bütün gün.. annem ve birkaç kişi daha ilk tepki olarak "bu adamlar nasıl hepimizi riske atarlar ki? kimden izin almışlar? haa!!" dediler.. ama sonunda oy birliğiyle karar kıldık ki "bize bir şey olmaz yahu.. biz türk'üz.. "

24 Ağustos 2008 Pazar

falling down



uzun süre sonra evde geçirilen bir cumartesi gecesi tv izlemeye karar verip de seçenekler "tanıdık birilerinin oynadığı herhangi bir film"e kadar düşünce böyle tuhaf filmlerle karşılaşıyorum bazen.. bu kez karşıma "falling down" çıktı..

bir film hakkında bir yazı okurken kritik noktaların yazıda anlatılması, konu zaten belliyse sonunun söylenmesi ve buna benzer olasılıklar yüzünden tedirgin olurum ve o filmi izlemeden de o yazıyı okumam.. burada öyle bir riskiniz yok.. çünkü sıcaktan bayılmak suretiyle filmin ikinci yarısını kaçırdım.. böylece blog tarihinde bir ilke imza atıyorumdur belki*, hepsini izlemeden bir filmi hakkında konuşmaya değer bulup, yazı yazarak...

filmin türkçe adını unuttum, ama bence en uygunu "dellenen adam" olurdu.. her şey bir otoyolda başlıyor.. michael douglas abimiz ilerdeki kaza yüzünden trafiğin tıkandığı, kenarında da tamirat çalışması olan yolda arabasının içinde sıcaktan bunalıyor -sadece 42 derecede üstelik!-

buna sıfır noktası diyelim..

ilk olayımız adamımızın girdiği bir bakkalda her şeyin fiyatının fahiş olması yüzünden çıkıyor ve michael abimiz bakkala haddini bildirdikten(!) sonra, fiyatları düşürme misyonunu tamamlamanın verdiği mutluluk ve olayların getirdiği gerginlikle bir de adamın beyzbol sopasını yanına alarak olay yerini terk ediyor....

ikinci olayda ise 80 yerine 50 cente aldığı kolasını içip serinleyen kahramanımız bir duvar parçasının üzerinde otururken onu taciz etmeye çalışan çete üyesi iki yeniyetmeyi bir güzel benzetiyor, yine dellenmek suretiyle tabii ki... ve silah değiştiriyor, sokaklarda çok görülen kelebek bıçağa terfi ediyor.. ağızlarının payını alan iki ufaklık bir sonraki sahnede mahalleden adam ve silah toplayıp o anda telefon etmekte olan adamımızı taramaya çalışırken ondan başka herkesi kurşuna dizip(!) bir de gidip elektrik direğine toslayarak adamımıza bir de "finish him" fırsatı veriyorlar.. arabadaki veletlerin acısını dindirip bir sonraki silahına -bir çanta dolusu yarı otomatik makineliye- terfi eden adamımız yine yol yapım çalışmalarına toslayarak macerasına devam ediyor..

işte tam da bu sahnede beynimin aydınlık bir odasında yıllaaaaar öncesine ait kayıtların bulunduğu çekmecelere bakan adam gerekli dosyayı çıkardı .. filmde şu olmakta:

yol işçisi: bayım buradan geçemezsiniz
michael: neden?
y.i.: çalışma var, buradan geçmek yasak..
m.:ama evime giden yol bu..
y.i.: diğer taraftan gitmeyi deneyin (parmağıyla tam ters yönü göstererek)

çekmeceden çıkan sahne ise şu:
yazıya dökünce bir şeye benzemedi.. şurada** dosyadan çıkan sahnenin üstadlarca oynanmış hali var... gidiniz, görünüz***...

filmden kopmaya başladığım yerler buralardı zaten... sadece ilk yarısını görsem de şunlar çok dikkatimi çekti filmde:

- sürekli bir yol çalışması durumu var
- adamımız her olayda tahribat gücü daha yüksek bir silaha geçiyor (ben uyurken muhtemelen o da nükleer başlığa yaklaşmıştır)
- adamımız alışveriş niyetiyle girdiği bir yerde dellenirse, yine de parasını ödeyip çıkıyor
- dellenen adam, aslında zıçan adamın bir çeşidi.. şöyle ki, onu dellendiren şeyler fahiş fiyatlar, çeteler, menüdeki resimle alakasız servis edilen basık sandviç gibi insanı zaten dellendirmesi gereken şeyler (en azından ben uyuyana kadar öyleydi)

kim bilir ne zaman biter bu film... daha önce uykuma kurban giden "sleeper" için yaklaşık 4 yıl gerekmişti...

*çabalamadan tarihe geçme çabası modu..
**link istediğim yere götürmüyor galiba, ktunnel'den youtube'e girip Yasaklar - Burdan Geçmek Yasak isimli esere ulaşılabilir yani şuraya
***tam olarak bahsettiğim yer 03:20de başlıyor...
edit: nerdeyse 5 yıl sonra, bu çarşamba 22 mart 2013'te 22:00'da bu film tekrar televizyonda, cnbce :) 

22 Ağustos 2008 Cuma

siz o yollardan gelirken...

gidip gelip tebrik ettiğim sitelerden biri olan sayın zuza fun internette daha önce defalarca gördüğüm, ama her seferinde "yaw ben bunu biliyorum ki... kaç kere maille yolladılar bunun benzerlerini" dediğim fotoğraflardan yollamış..

beynim kaç gündür boş boş oturuyordu zaten içerde, iyi oldu... yahu bunun benzerlerini önceden görmüş olmak, karşıma çıkan ilginç, zekice tasarlanmış, düşünülmüş, emek verilmiş işleri görmezden gelmeyi gerektirir mi/haklı kılar mı?? hayır tabii ki... ellerine sağlık kim çektiyse fotoğrafları, beynine sağlık kimin aklına gediyse bu fikirler...

interneti nispeten kısa bir süre önce keşfeden sevgili annem nadiren de olsa yanımda olup buna benzer fotoğrafları bana gösterdiğinde ona "haa.. biliyorum yaw ben onları... bisürü var internette.." tepkisini verdikçe sanki "hey adamım.. sen yenisin buralarda galiba ha?" moduna geçmenin insanı nedense iyi hissettirdiği (ortaokul çocuğu dönemine dönüş sendromu) gerçeğini fark ettim... bunun için -farkında olmadan da olsa- kendi annemi kullanmak hem de!!! tü bana!!

bu arada kendime haksızlık mı diyorum bilemedim?? amaan neyse....

şimdi kendimi ayıplamayı abartıp birkaç fotoyu da -zaten daha önceden bildikleriniz tabii ki :)- paylaşayım bari elim değmişken...


11 Ağustos 2008 Pazartesi

vaka-i hayriye

bugün itibariyle küvette uyumaya terfi eden taze kedim hayriye'nin haline yüce bir makamdan acınmış olacak ki antalya'mın kıymetlimin bu yazki ilk kadıkaçıran yağmuru* gecemizi serinletti.. toza pise fazla meraklı her yavru varlık gibi yakalandığı yerde bir güzel çimdirilen pasaklı kedimin daha 3 aylık ömründeki her iki banyosundan sonra da köpekler gibi rüzgar taklidi yapıp kurumaya bırakıldığı güneşli odada zevkten mest olması da dikkatimden kaçmadı.. çok seviyorum içindeki kaplanın gizliden gizliye suya ilgi duymasını.. su bardaklarımıza patisini sokup, evin çeşitli köşelerindeki kapların içindeki suları döküp üstüne yatarak serinlemeye çalışan minik kişisi yağmurlu havada da kendisinden beklenmeyecek bir performans gösterip hem bizi hem de onu şimdilik görmezden gelen abisini hayretler içinde bıraktı yine.. kedi suyu seviyor çıkarımı yapabilir miyim bundan?? hayır.. kedi de her aklı başında varlık gibi ağustos'ta antalya'da hayatta kalmanın yollarını arıyor..
işte hayırlı olayın resmi:








* bkz. şurada

6 Ağustos 2008 Çarşamba

benzemez kimse bana....

tavrıma hayran olayım....

p.s. kendimi yanaklarımdan öpmek, beynime minnetle sarılmak istiyorum

25 Temmuz 2008 Cuma

mavi-beyaz


canım şehrimin dışına çıkmadan denize girme lüksünü sağlayan canım plajlarından en sakin ve müziksiz olanlarından birindeyim.. hava bugün o kadar günlük -özellikle de- güneşlik değil.. olsun.. demek ki günlük kanser ihtiyacımın geri kalanını yarın karşılamam gerekecek..

bir yandan koyu mavi ufka bakıp, bir yandan da denizin tadını çıkarma çalışmaları yapıyorum kendimce.. tam da "baksana yahu, kara bulutlar var gökyüzünde" diye hiç tarzım olmayan negatif bir anlatımla yanımdakine yukarıyı işaret ederken bir de bakıyorum ki gerçekten de bulutlar hafiften kararmış, ama hepsi değil neyse ki.. tam tepemizdekiler de kare kare desklere benzer bir hal alıp sanki o sırada dünyayı işgale gelmiş olan bir uzay aracının küçük öncüleri gibi bir sıraya dizilmişler..

ben bunlardan ürkmekle meşgulken ayağımın altından sanki biri bir ip çekiyor.. "inşallah" diyorum kendi kendime, "balık tutmaya çalışan veletin misinası değildir" ve tabii ki ucunu tuttuğumda beni doğruca bacak kadar sahibine götürüyor iki metrelik minik olta.. iğneyi elimde tutup kıza gösterirken "bak yavrucuğum.. bu iğne eğer bir yerime batarsa, onu oradan çıkarıp sana batırırım haberin olsun.. üstelik sen iğneyi beklediğin için acıyı daha çok hissedersin" şeklinde psikopatça uyarıyorum kızı.. sözlerimin yarısında bunun aslında bir olta iğnesi olmadığını farketmeme rağmen hem de.. aman neyse.. küçükken öğrensin işte nerede ne yapmaması gerektiğini..

nedense denize girmiyorum bugün, denize girmek iyice suyun içinde olmak demekse.. bileklerime kadar suyun içindeyim.. ona buna sarıyorum işte.. sol tarafta minik bir balıkçı teknesi var.. köpekbalığına bakarken fark ediyorum.. köpekbalığı??!! evet.. o karanlık denizin içinde mavi-beyaz tertemiz bir hayvancık.. hem de suyun üzerindeymiş gibi duruyor.. şimdi çok fena bir yol ayrımındayım.. "köpekbalığııı!!" diye bağırsam insanlar tehlikeye düşmeyecek, ama hayvancağızın oradan canlı çıkma şansı azalacak.. kimseye ses etmesem hayvancık belki karnını doyurmak isteyip birinin tadına bakacak; ve bu biri belki de şu anda denizdeki teyzem ya da kuzenim olabilir.. ne yazık ki içimdeki insan baskın çıkıp gayet isteksizce işaret parmağımı o yana doğrultup "köpekbalığıı" dememe sebep oluyor.. insanlar alışkın değil buna, avustralyada olsak hemen çıkarlardı sudan.. salak salak bakınıyorlar; illa ki görüp, emin olup, öyle kaçacaklar ya..

deniz tahliye edildikten sonra sıra geliyor balığı sağ salim uzaklaştırma görevine.. yahu git.. nasıl yani?? benim hizama gelip denizden bana bakarken zaman zaman çekiç balığını andıran bu kardeşim nasıl olup da havlıyor???? "bize bir şey anlatmaya çalışıyor olmalı" diye düşünüyorum.. ama şimdi asıl görev onu kurtarmak.. köpekle konuşur gibi konuşuyorum onla.. "ne var oğlum?? ne tarafa gidelim?" hareket yok.. eh bu da bildiğin it değil ki "hadi oynayalım" çağrısına koşarak ona katılıp cevap vereyim.. en iyisi onun gidip it kardeşleriyle oynaması.. kuru mekan itini kovalamak için taş atar gibi korkutmak aklıma geliyor ilk anda, ama daha elim taşa dokunmak üzereyken etraftaki barbarların onu taşlayarak öldürmek gibi korkunç bir aktiviteye koşarak atlayabileceği aklıma geliyor.. ama çok geç.. evlerine dönmek yerine, çok da geride bırakmadıkları ilkelliğe hiç zorlanmadan dönüp, nadiren karşılaşabileceğimiz bu hayvanı oracıkta recm ediveriyorlar.. göz açıp kapayıncaya kadar sadece kafası ve solungaçlarının yarısına kadar yok ediveriyorlar bu mavi-beyaz balığı.. bu da yetmezmiş gibi, bu kalan kısmı o minik balıkçı teknesinin fritözüne atıp, nasıl kızardığını izlemeye koyuluyorlar.. nesini yiyeceklerse..

yine tiksindirdiler beni insan ırkından!! halbuki maviyle, denizle ilgili olacaktı bütün bunlar . . .

simon's cat

aynı işyerinde çalıştığım 4-5 arkadaşım aynı yaz içinde evlendiler..

- benim kocam filanca peyniri çok seviyo..
- aa.. benimki onu ağzına koymaz.. kokuyomuş diye sevmiyo...
- şekerim benimki hiçbirini ayırt etmiyo valla..
- aslında filanca peyniri bilmemne usulü pişirirsen daha da bayılır.. bi dene bak..

şeklinde gelişen ve bunun türlü çeşit konuya uyarlanabilen versiyonlarını (ütülü gömlek, işyerindeyken telefonlaşma, kolay ama lezzetli yemek tarifleri, kayın-'larla arayı iyi tutma yöntemleri...) dinlemekten daral gelmeye başlamıştı.. neyse ki hepsi birden hamile kalıp da konuyu doktor, doğum, bebek mevzularına -hem de fazlasıyla ayrıntılı halde- çevirmelerinden hemen önce bunları birkaç yıl geride bırakmış insanların çalıştığı bir yere terfi ettim..

dışarıdan nasıl anlamsız ve ne kadar sıkıcı göründüğünü bildiğim için, hayvan delisi arkadaşlarımla bir araya geldiğimizde ortamda 'normal' insanlar varsa sohbeti kedi-köpek mevzularından hep uzak tutmaya çalışırım..

işte bunun içündür küüü, pek sevgili simon tofield kişisinin bizlere armağanı olan ve şimdilik 3 çeşidi bulunan simon's cat videolarını ancak kedi sahipleri anlar.. tabii ki "aynısı yaaww... bak bak, aynı böyle yatıp kıvrılıyo benim kedim de.." modunu uzatıp kimsenin kafasını ütülemeye kalkışmayacağım yukarıdaki girişten sonra..

işte de videolar.. çok salakça bir sıralamayla dizdim tabii.. sevmiyorum öyle düzenli şeyleri :)

20 Temmuz 2008 Pazar

bittersweet symphony


düşün ki bir pasta var.. onun var olduğunu biliyorsun; arkadaşlarınla çıktığın bir tatilde defalarca o pastayı yediklerini gördün.. ama sen sadece tabağın kenarına bulaşan krema artıklarını tadabildin.. sonra da o pastayı aklından çıkaramadın.. onu bulman gerekiyordu.. tarif ettin şeklini şemalini, kimse hatırlamadı.. bir gün bir kahve dükkanında onu gördün.. evet, gerçekti.. vardı.. arkadaşını aradın "bak burada işte, telefonunun kamerasından görebiliyor musun?" dedin.. göremedi.. kameranın çözünürlüğü düşüktü.. sonra fotoğrafını çektin.. arkadaşın "tamam bu pastanın resmini görüyorum.. ama daha önce hiç karşılaşmadım.. üzgünüm.. nerede bulabileceğin konusunda da hiçbir fikrim yok" diyerek tüm umutlarını suya düşürdü..

kaderine boyun eğmiş, onun sadece hayaliyle yaşamak zorunda olduğun fikrine alışmaya çalışır durumdayken bir de baktın ki televizyonda bir reklamda arka planda biri o pastadan yiyor.. evet dedin.. evet!!! bu pasta var.. hemen tatile beraber çıktığın arkadaşlarından uzakta olanına döşendin bir e-mail.. anlattın bütün hikayeyi.. "bi bakıver de o reklama.. o pastanın adını bana söyleyiver.." dedin.. arkadaşın sana bir pastane tarif etti.. "adını bilemicem şimdi.. o reklamı da bekleyemicem.. ben o tatildeki bütün pastaları filanca pastaneden almıştım" dedi, git orada kesin bulursun" dedi.. pastanenin adını böyle kolay vermedi tabii ki.. iki hafta sürdü sana o adı sms'le yollaması.. olsun.. gittin büyük bir umutla oraya.. yüzün üzerinde çeşidi iki kez gözden geçirdin.. bu ne bahtsızlıktı!! yoktu orada!!

tam uzaktaki diğer arkadaşından yardım istemek üzereyken, bu olanları anlatıp da bir umut başvurduğun ve o fotoğrafı gösterip yine "üzgünüm" cevabını aldığın yeni bir arkadaşınla müzeye giderken yolda torpidodan pasta çıkarıp yemeye başladı.. o pastayı!!!! sana da ikram etti tabii ki.. sen üstüne atladın.. ağzını yüzünü krema ederek vahşiler gibi yuttun onu!! "eh ben bunu zaten bildiğini sanıyordum.." dedi.. ve sen karşına çıkan o koca bonusun mutluluğuyla saatlerce uçtun..

işte budur moby'nin gayet başarılı yorumlayarak aklımı başımdan aldığı* verve'ün bittersweet symphony'si ile kavuşma öykümüz.. link falan vermiyorum.. sen zaten biliyorsundur.. bilmiyorsan bile benden kat kat şanslısın.. istediğin programla indir..

*öyle ki bunun aslında klasik bir eserin remixi olduğunu iddia ettim malum süreç boyunca..

16 Temmuz 2008 Çarşamba

dert sahibi oldum yine

hiç hazzetmem mesaj kaygılı herhangi bir şeyden.. bırak şarkıyı, yazıyı, filmi mesaj kaygılı konuşmalardan bile uzak dururum hep.. tek bir istisna var bunla ilgili.. shyamalan!

yahu nedir acaba.. yani bir insanın her filmi mi mesaj verir.. ya aslında soru o olmayacaktı.. ben neden bu adamın filmlerini buna rağmen hatta belki de (büyük ihtimalle) bu yüzden seviyorum???

cevap aklımda duruyor aslında bir süredir.. ikimizin ortak noktası sadece bir tane belki, ama çooook büyük yer tutuyor olmalı onun da hayatında ve düşünce dünyasında.. biz dünyayı seviyoruz!

herkes dünyayı seviyor muhtemelen.. ama biz dünyanın nimetlerini tüketmeyi, onu kullanmayı değil, dünyanın ta kendisini seviyoruz.. kimsenin dikkatini çekmeyen mucizeleri, hayvanatı-haşaratı, çirkin görünen çalılıkları falan bile işte.. sevmek değil tabii asıl mevzu.. o da biliyor ki, bir an önce kendimize bir çeki-düzen verip aklımızı başımıza devşirmeliyiz.. yoksa dünya çok fena haddimizi bildirecek bize.. sabrının sınırlarında gezinmekteyiz şu anda..

defalarca "dünyayı saran virüs", "en zararlı hayvan" gibi sıfatlarla tanımlanan pek aşağılık cinsdaşlarım, hayvan veya bitki kardeşlerimin şimdilik aciz görünmelerine veya maruz kaldıkları zulümlere daha karşılık vermemiş olmalarına çok alışmamalıyız.. saf, iyi niyetli, karşısındaki heybetli ama sessiz varlık karşısında yerini/haddini bilen insanlara dönüşebilsek çoğumuz, işte o zaman kimse kimseyi* sert bir dille uyarmak zorunda kalmayacak..

işte budur dünyanın bir ucundaki hintli yönetmenle aramızdaki ortak düşünce ve duygu..

filmleri iyi midir kötü müdür tartışılır.. az da olsa sinema eğitimi almış biri olarak bile o konuya girmiyorum (özellikle "işaretler" konusuna...); filmler buradaki nesnedir, araçtır.. ben onun anlatmak istediğini anlıyor, tavrını seviyorum..

zaten bu değil midir insanlarla ilişkilerimdeki temel değerlendirme kriterim.. tavrına hayran olduklarıma birer kocaman sevgi yumağı yollayıp, diğerlerini göz ardı ederek ve bu fikrimi başka bir yazıya bırakarak ürkmüş bir halde uyumaya gidiyorum şimdi..


*doğa insana yani..

p.s. durduk yerde dellenmedim yine.. the happening dürttü bu sefer de..

15 Temmuz 2008 Salı

salı sallanır

son sanal depremimi yaşadığımda bunun yaklaşık 6 şiddetinde bir taşikardi aktivitesi olduğuna inanmam için hem kandilli rasathanesini hem de tabii ki sözlüğü defalarca taramam gerekmişti ve sonunda 40-50 dakikalık uğraştan sonra şaşırarak kabullenmiştim koca yatağı sadece kalp atışlarımla beşik gibi sallayabileceğimi.. olan bitenin tek sebebi gecenin bir yarısında telefon marifetiyle sevgilimden ayrılmam ve o sinirle gidip yatmamdı..

peki bu sabahki neydi o zaman?? depremle eşzamanlı devam eden "intihar eden partneri yüzünden sorgulanan kadının karşılaştığı zor durumlar" konulu kabusum muydu?? ilk anda akla gelen hep doğru olmuyormuş demek.. canım kedim fosur fosur uyurken ben de şunu deneyimledim; sallamak, uyanık birini uyutmaya, uyuyanı da uyandırmaya yarıyormuş..

peki canım depremimin* zamanlaması daha iyi olamaz mıydı gerçekten de?? bu da bir işaret midir?? yoksa demo yine öküzlerin altında sürüyle potuk mu bulmaktadır.. hepsi bir tesadüf müdür??


*eskiler buna zelzele derlerdi.. bir yandan nostaljik duygular uyandırıp gülümsetebilen, bir yandan da insanın sinirini zıplatıp tüylerini diken diken edebilen pek az sözcük vardır herhalde..

12 Temmuz 2008 Cumartesi

futureme

evet evet.. futureme.. futurama değil.. okur okumaz anlamlandırabilenleri tebrik ve de teberrük ederim..

"gelecekteki bana bugünden mesaj" amaçlı bir site burası.. hollywood filmlerinde çocukluğunun geçtiği yerdeki koca ağacın dibine gömülen ve yıllar sonra en iyi arkadaşla veya çocukluk aşkıyla ordan çıkarılan zaman kapsüllerini çağrıştırdı bana..

iki ilginç nokta var ilgimi çeken.. birincisi, sitenin temel prensibinin "mektuplar anılardan daha doğrudur" şeklinde tanımlanması.. yani, "heeyy... selam gelecekteki ben.. bakalım neler yapıyorsun.. hayallerimdeki bla bla bla gerçekleşti mi.. bak nasıl da heyecanla hayal ediyorduk bunu bilmemkaç yıl önce.. ha ha ha.." değil asıl amacı.. aslında bir yandan da sinsice buldum bunu.. ne demek anılardan daha doğru yahu!! arkadaşlarımla yıllardır abarta abarta süsleye püsleye anlattığımız o çok eğlenceli olayın büyüsü bu ritüelin uygulandığı dokuzuncu senede gelen, gerçekleri tüm yalınlığıyla bildiren e-mailin yarattığı cam kırılma efektiyle beraber bozulsun diye mi yaptınız yani bu siteyi??? soruyorum size jay ve matty!!

dikkatimi çeken ikinci şey ise istenirse e-mailin public yani herkese açık hale getirilebilmesi.. amacıyla ne kadar alakasız bir şey bu, değil mi? ne tür bir insan benim kendime yazdığım saçmalıkla ilgilenir ki?? küçük çocukların hatıra defterlerine yazmaya başlamadan önce başkalarının yazdıklarına göz atmaları gibi bir durum mu yaratmak istiyorlar acep, kim bilir..

tabii ki yukarıdaki paragraf bitince sıradan bir kişi olarak gidip birkaç e-maile baktım.. gelecekteki kendilerini gaza getiren birkaç mesaj yazılmış..

hani "şimdi birimizin başına bu korkunç şey geldi.. ama yıllar sonra hatırlayıp güleceğiz" dediğimiz durumlar var ya.. işte onları gelecekteki kendime hatırlatmak geliyor içimden.. ya da şu anda benim için hayatımdaki en önemli olayları ve insanları da yazmak istiyorum; ki gelecekte umarım onlarla beraber okuyup "aferin geçmişteki kendime" diyeyim..

yazacak konuyu da bulduktan sonra sıra geliyor kaç yıl sonrasına göndermeye karar vermeye.. insanlar 2025'e falan yollamışlar mailleri.. iğneyi kendime batırmadan çuvaldızları onlara saplayarak ukala ukala "tanrı'yı eğlendirmek istiyorsan ona gelecekle ilgili planlarından bahset" sözünü hatırladım bu uzun vadeli mesajları gördüğümde..

her neyse.. ben beğendim burayı.. birazdan kendime birkaç e-mail yollayacağım sanırım..

29 Haziran 2008 Pazar

çok birikmiş

* bugünlerde ne zaman televizyon açık kalsa dumansız hava sahasında yaşadığımı hatırlıyorum.. ama neredeyse eminim ki, birçok içici/müptela (çok eğlenceli bu sıfatları çeşitlendirmek) bu reklamımsı şeyi gördüklerinde, aynı eskiden "duman avcılarıyıız biiiiz"i duyduklarında edindikleri koşullanmanın yeni versiyonunu yaşayarak, önce köpeklerinin salyalarını siliyor, sonra da yakıyorlardır birer sigara..

* ben yeniyim bu blog işinde, hatta hala blog derken veya bu sözcüğü yazarken bi iğrenç oluyo.. neyse.. tabii bi şekillendirme kaygısı var.. dış görünüş çok önemli şeylerden biri ne de olsa.. bu konudaki çalışmalarım şimdilik bekleme aşamasında.. ama algıda seçicilik durmuyor, çalışmalarını hiç yavaşlatmadı bile.. türlü çeşit bloga girip çıkıyorum.. fekat görsellikten çok ilgimi çeken şudur; blogların bir kısmının teması var.. mesela hayvanat bahçesi temalı bir blog var bu alemde.. nedense bana çok uzak geliyor bu.. ya da çok klişe geliyor bloga böyle bir tema bulup da, kenarda köşedeki bağlantıları da ona uydurmaya çalışırken kasmak.. yine de büyük konuşmuyor ve de büyük yazmıyorum..

* belgesellerden öğrenip de uyguladığım en faydalı hayat dersi şu olmuştur "yemeğinin en güzel yerini yiyerek başla, çünkü her an başka bir hayvan gelip yemeğine ortak çıkmaya kalkışabilir", bunu hep uyguluyorum artık.. bir süre önce pizzanın son iki dilimi kalmıştı ve hemen vahşi bir ortamda (okutmanlar odası) olduğumu hatırlayıp daha leziz görünen parçayı yemeye başladım.. ve izin bile almadan son parçaya saldıran sevimsiz çocuk da az malzemeli artık'la yetinmek zorunda kaldı.. iyi oldu..

* televizyon izliyorum.. hem de utanmadan, saklamadan.. hem de sadece cnbc-e değil.. o anda seçenekler arasında güzel bir şey bulursam onu, bulamazsam da değişik olan herhangi bir şeyi.. küçükken bütün kemal sunal filmlerini çıktığı (yani videocuya düştüğü) hafta alır izlerdim.. bugün de "davacı" çıktı karşıma.. açtım, oyun oynarken onu dinledim bir yandan da.. ya ben insanları benzetemediğim gibi müzikleri de benzetemiyorum (ki, bunu sadece görüşlere açık olduğumu göstermek için yazdım.. yoksa çok başarılıyım bence) ya da filmin müziklerini yapan ali haydar(!) kişisi iyi bir rock dinleyicisiymiş.. bulamadım ki internette müzikleri, hangi şarkıya benzettiğimi anlayıp yazayım..

* üç gündür içimde dinmek durmak bilmez bir ney üfleme arzusu var.. ben ki yeteneksiz.. ben ki nota bilmez.. ben ki ailenin odunu.. nereden çıktıysa??? gidip kardeşimin odasında ney aramaya da korkuyorum, ya üfleyemezsem diye.. şimdilik..

* bir buçuk ay insan bir şarkının peşinden koşar mı.. sadece melodinin minik bir kısmı aklında kalmışsa, şarkının da sözü yoksa ve kimse o minik melodicikten birşey çıkartamıyorsa bu faninin başına neden bu gelir??? ama bu arada iki-üç hafta aralıklarla işaretler geldi unutmamam için.. melodi müsveddesini unutmak üzereyken tchibo'da çıktı karşıma (tabii ki sordum çalışanlara, ama CD'nin kabında falan hiçbir şey yazmıyormuş.. merkezden "çalın bunu" buyurmuşlar); şimdi de tv'de tobi reklamında elektronikleştirilmemiş versiyonu arka planda inceden duyuluyor.. (bu yazı yazılırken vuslata çok az kaldı.. yardımsever bir arkadaşım parçayla ilk karşılaştığım i-poddaki tüm şarkıları yola vurmak suretiyle işimi kolaylaştırmak için zahmetten kaçınmadı, sağolsun..)

* teoman iyidir.. müziği yani.. karşıma çıktığında hayır demem pek.. iki yabancı'yı dinledim, en son bir festivalde karşılaşmamızda..
"ya da çölde çay filminden
bir sahne var aklımda
oyuncular sanki biziz..."
diye duyunca aklıma desperate housewives'ta mike'ın hafıza kaybını atlatma sürecindeyken sevgilisinin yanık kreplerden m-i-k-e yazdığını bir film sahnesiymiş gibi hatırladığı aklıma geldi.. tam hollywood'un hedeflediği duygusallık moduna girdim.. şaşırdım sonra da!


edit: "davacı" filminin müziği olarak hatırladığım (bkz.balık hafıza) ve aslında sadece saz tıngırtısından mamul olan bölüm şurada 00:08-00:50 ve 1:45-2:10 dakikalarda dinlenebilir.. kardeşimle yaptığım kısa röportaj sonucu bunun "rock müziğinde çok sık rastlanan riff'lerden (yani notalardan oluşan gitar motiflerinden) biri olduğunu" da öğrendim.. ama ali haydar'ın özünde rockçı olduğunu hala savunuyorum, o ayrı..

25 Haziran 2008 Çarşamba

kitlerler


bu sitedeki resimleri görünce şunlar geçti aklımdan: inanılmaz! çook ilginç!! kim fark etmiş bunu yahu??? ya da bunu fark ettirecek kadar benzeyen hayvan hitler’in reenkarnasyona uğramış hali midir??

daha sonra şunlar geçti: almanya'dan bu link’i yollayan kuzenlerim gerçekten de deliler mi? oradaki insanlar durup dururken google’da hitler yazıp farklı versiyonlar mı bulmaya çalışıyorlar?? ve kırk yılda bir izlediğim ingilizce-olmayan-filmler sınıfına giren almanca film neden bu yazıyı yazarken tv’de gösterilmekte??

en son da şunlar: bu kedi milletinin gözünde zaten her zaman “içimdeki kötüyle tanışmak istemezsin” bakışı vardır.. buradan hareketle, sitede gördüğümüz kitler’ler için bir çeşit yin-yang versiyonu diyebilir miyiz?. her iyinin (kedi) içinde biraz da olsa kötü olduğu gibi, her kötünün (hitler) içinde de bir nebze de olsa iyilik var mıdır?? konu hitler olunca cevap için çok düşünmeye gerek yok tabii..

ve seçtiğim birkaç kitler; ki onlara bu ifadeyi neyin verdiğini keşfetmek için yapmamız gereken siyah beyaz olmayan kitlerlere bakmak bence.. gözlerdeki kediye özgü karanlık ifade ve hitler bıyığının yanında, hitler selamı, saçı/kakülü ve aksesuarlar..

bu ikisi çok benzemeseler de iki hitlerin birbirine böyle sıcacık sarıldığını düşünmek bile komik..




23 Haziran 2008 Pazartesi

hong kong bana güzellik yaptı !



bu deseni nerede neyin üzerinde görsem hiç düşünmeden satın alıyorum.. geçen sene bir kutunun üzerindeydi.. kutuyu evde bekleyen bir görev olmadığı halde aldım.. bu sene aynı desen bu kez de minicik bir tepside -türk kahvesi içenlerin kullanacağı boyutta olanlardan.. onu da alıp evdeki irikıyım soydaşlarının yanına koydum.. kutuyu poşet çaylarla doldurduğum gibi, tepsinin de üzerine zaman zaman minik şeyler koyup bir yerlere götürürüm sanırım.. ama asıl konu o değil zaten..

bu desen taa çocukluğumu, annannemin evini hatırlatıyormuş bana meğer.. tabii ki bunu yeni anlamadım, geçen yıl kutunun binbeşyüz fotoğrafını çekip sülalenin dişilerine gösterdikten sonra bu kanıya vardık.. yine de onlar pek emin olamadan bu fikri yürüttüler.. ben ise deseni oradan tanımasam bile, o evdeki huzuru ve mutluluğu buluyorum şimdi mutfağıma girince.. şu anda var olmayan o yere sanki geri dönmüşüm gibi bir mucizevi etki yaratıyor üzerimde.. tonton’lu (pikeden bozma) masa örtüsü veya çocukken onsuz uyumadığım köpek sadece bana anlatılan şeyler.. bu desen ise geçmişten gelip kapitalizmin kalesi güzide bir süpermarketimizin raflarında yerini almış, dokusunu hala muhafaza eden bir mucizevi dokunuş resmen..

japonlarla* alakalı hiçbir şeyden hazzetmeyen bir kişi olan ben, işte bu noktada biraz mahçup oluyor ve malum dokunuşun yaratılmasındaki katkılarından dolayı gerekli hong konglulara buradan teşekkürlerimi uzatıyorum..



*ki burada japondan kasıt japonya, çin, vietnam ve benzeri ülke çıkışlı her türlü şeydir.. sebebi de benim ırkçı olmam değil, onların mantıksız hayvan düşmanları olmalarıdır.. (bu konuda bu kadar yüzeysel düşünmekten aldığım açıklanamaz haz da bonus olsa gerek)

20 Haziran 2008 Cuma

dolar kurbanı?


kenarımda duran üç kuruşu dolar olarak yine aynı kenarda saklamaya karar verdiğim günün gecesinde, bir yıldır tanıdığım bir köpek kardeşim tarafından ısırılmak bir işaret değildir.. bunu ben de biliyorum..

ama bahsi geçen kardeşimin adının "dolar" olması, bu yaşananları bir işarete dönüştürür mü?

yukarıdan "eyyy kulum.. üç kuruşunu da çarçur etmek üzeresin.. yapmaa.. bu it seni ısırınca de ki: ben dolar kurbanı oldum.. ağzından çıkanı kulağın duyunca da sağduyuna kulak ver.." gibi bir mesaj gelir mi insana perşembe gecesi içilen ve kafayı güzelleştiren sadece iki biradan sonra (sadece iki biranın demoyu güzelleştirmesi de bir başka işaret midir acep?)

yine karışmak üzere bildiğim her şey...


p.s. üst üste üçüncü kez hayvan-haşaratla ilgili yazı yazmak olsa olsa iyiye işarettir..

18 Haziran 2008 Çarşamba

kedi götünü görüp cadı sanmak

yok yok.. "kendi" değil, "kedi".. ve de evet, cadı..

sabaha karşı gözünü açmak.. karşında odanın kapısını görmeyi beklerken, orada sana dönük bir halde duran cadıyla karşılaşmak.. çatısı tıkırdayan, pencereleri kapalıyken kapısı gıcırdayan oda atmosferinin etkisidir deyip, gözlerini kapatmak.. ve tekrar açmak.. yine orada.. cadıdan kurtulamamak..

cadının orada koca koyu renk saçlarıyla (veya şapkasıyla), koca suratıyla, suratının ortasındaki kocaman çirkin burnuyla, süklüm püklüm keçeleşmiş kıyafetiyle, yerlere kadar uzanan saçaklar içindeki kollarıyle hiç istifini bozmadan hala orada duruyor olması..

3.75 ve 2.50'lik lensler kaplarında huzur içinde dinlenirken, aynı derecede eksik gören gözlerle zoom yapıp "bari yüzünün ifadesini göreyim de.. dost mu düşman mı, ona göre gardımı alayım" demek.. ifadesini seçememek..

fakat.. zoomlayınca cadının -ortasında koca kahverengi burnu olan- koca pembe yüzüyle tanış çıkmak.. paniğe kapılmadan onu baştan aşağı süzmeye başlamak.. vücudunun bittiği verde yatağın başlaması, doğal olarak.. ama ayaklarının yatağa basıyor olması!!??! yavaş yavaş, ayaklara-dizlere de aşina olduğunu fark etmek!!.. ve sonunda, başucumdaki bardağımdan sessizce(!) su içen felis'in kıçını burnuma dayamış olduğu gerçeğiyle büyük şokun yerini küçük şoka bırakması..

büyük resmi göremeyecek kadar yakından bakmanın korkunç yanlış anlamalara yol açtığını sabahın 5'inde tecrübe ederek öğrenmek.. tuhaf korku halleri içinde, yerinden hoplayan yüreğe sarılıp uykuya dönmek..



korkağın notu: bunu, neden yaşadıktan yaklaşık bir hafta sonra mı yazıyorum buraya.. çünkü o cadının kuzeni artık takı çekmecemde ikamet etmekte.. birbirlerine benzediklerini aldıktan 2-3 gün sonra daha yeni farkettim haliyle (hafif olur demonun jetonu).. birkaç gün önce görüp de çok tanıdık geldiği için almak zorunda hissettiğim küpeden bozma kolye ucum işte bu:


15 Haziran 2008 Pazar

aç açın halinden anlamaz

bazı kediler daha karakterli oluyor demek aynı bazı çinliler daha yetenekli oluyor demek gibi.. kedi-köpek-kuş-iguana-deniz atı hepsi hayvan sonuçta, aynı hepimiz insan olduğumuz gibi.. bunları yazarken ırkçı olmadığımı kanıtlamak* çabasında değilim.. sadece elimde koca pizzayla mutfaktan çıktığımda kedimi hala 15 dakika önceki yerinde oturuken gördüm.. yaklaşık 15 dakika önce üzerinden atlayıp mutfağa gitmiş ve pizzayı ocağın en kısık ateşli bölümüne koymuş ve tekrar kedimin üzerinden atlamak suretiyle salona dönmüştüm.. ve sonra ısınan pizzayı almak için yine üstünden atlayarak mutfağa girip elimde tabak ve kola şişesiyle yine üstünden atlayıp salona doğru giderken üzerimde bir çift göz hissettim.. döndüm.. göz göze geldik.. ve sonra boş mama tabağıyla da göz göze geldik.. asalet abidesi felis'im benim.. "mrk" bile demedi.. üstelik bunu hep yapıyor tavrına hayran olduğum yaratık.. bu sefer yazdım çünkü evde dürtüp de "bak yahu şu felis'in yaptığına.. nasıl mahçup etti yine bizi.." diyebileceğim kimse yok..



*bkz. tom jones the sex bomb


fırsat bu fırsat... işte birkaç felis fotoğrafı..