6 Nisan 2008 Pazar

şakır şakır yağmur yağsa.. yüzüm gözüm çamur olsa.. vrraakkk!!


antalya’nın yağmurları, gök gürültüleri, şimşekleri bende hep “bi korku filmi olsa da izlesek” duygusu uyandırmıştır.. insana huzur veren bahar yağmurlarına burada çok rastlanmaz, rastlansa bile onlar da her an korku filmi atmosferine dönüşebilir; tedbirli olmak lazım (asansöre binmemek, laptopun pilini takmak ya da yazılan belgeyi her cümleden sonra kaydetmek gibi)

hadi kedi korkuyor bu gürültülerden, insan neden korkar ki oturduğu evde.. ben kendimi bahsi geçen korkunç atmosferin tadını en çok çıkaran insanlardan biri saymama rağmen biraz önce en az 1 kez zıpladım, 1 kez de yüreğim ağzıma geldi.. tabii ki o anların da keyfine vardım doyasıya, korku filmim olmamasına, evde tek başıma olmamama ve gayet aydınlık bir ışıklandırmanın tam ortasında bulunmama rağmen..

hayatımda sadece bir kez hava muhalefeti-korku filmi fantazimi gerçekleştirebildim.. o da simsiyah bir odada (evet perdeler de siyahtı, üstünde büzüştüğüm yatağın örtüsü gibi) “the ring”i seyrettiğim zamandı.. filmi izleyip, işlevini yerine getirmesine izin veren (yani benim gibi doya doya korkudan aynalara bakamaz, her köşeyi dönmeden önce nefesini tutar, sessizliğin oluştuğunu hissettiği anda hemen onu yok etme çabasına girer hale gelmekten zevk alan) her bir kişiye bunu yapmasını tavsiye ediyorum.. şimdiki hedefim ise, sıradan bi akşamda bile DVD playera koymayı başaramadığım “the exorcism of emily rose” ile ikinci uygulamayı yapabilmek!

korku filmlerinden korkmayı seviyorum, evet.. ama bugüne kadar “amaaan, gök gürültüsü de gayet doğal bi olay, neden tedirgin olayım ki” diyenlerdendim… aslında bugün de öyleydim.. ta ki dönüp ne yazdım acaba diye yukarıyı okuyana kadar..
kendimi yine bir self-discovery’nin ortasında buluverdim işte… buyurun bakalım!

Hiç yorum yok: